ÇERÇEVEDEKİ YAZIYA GEÇERLİ BİR NEDEN ARADIĞIMIZDA BUNU, GÖZLERİMİZİN HİZASINDA, BEYİN TABANINA YAKIN, HER İKİ BEYİN YARIKÜRESİNDE BULUNAN AMİGDALA ADLI OLUŞUMDA BULURUZ.

Amigdala, "badem" demektir; şekil ve boyutu itibariyle de bademe benzer.

Amigdala, bizim “korku” duygumuzun merkezidir. Ayrıca kaygı, cinsellik, rekabet, saldırganlık ve bir nebze de sezgilerimizin merkezidir. Hatta, korkup, kaçmamızı sağlayan yer de burasıdır. Bu fonksiyonlardan dolayı ünü kötüye çıkmışsa da, birkaç yüz bin yıl evveline kadar düşünen beynimizin (prefrontal korteks) olmadığı zamanlarda amigdalanın, kendi kararları ile bizi tehlikelerden koruyarak, insan türünün hayatta kalmasında önemli bir organel olduğu bilinmektedir. Bu arada, amigdalanın sadece bize mahsus olmadığı, insan türü de dahil, diğer primatlarda (şempanze, bonobo, goril, kapuçin vb.) ve kedi, köpek, at, koyun vb. hemen hemen diğer canlılarda da bulunduğunu, dolayısıyla, korku sisteminin (duygu) onlarda da var olduğunu söyleyebiliriz.

Çerçevedeki yazıyı bu anlamda ve insan türü için değerlendirecek olursak, amigdalanın birincil görevi, çevremizdeki kişilerin bize yaptığı "iyiliklerden" çok; bize yapılan "kötülükleri", "aşağılamaları", "aldatmaları", “dışlamaları” ve benzeri negatif duyguları biriktirmesidir. Bu nedenledir ki, bize karşı gösterdiği onca olumlu davranışa karşı, tek bir olumsuz davranışına maruz kaldığımızda, o kişiye karşı “güven” kaybı söz konusu oluşur.

Amigdalanın bizi koruyan mekanizmalarından birine örnek olarak, “yılan korkusunu” gösterebiliriz. Nörobilim altındaki çalışmalarda, amigdalanın bu bilgisi, başka tehlikelerden olduğu gibi, yılandan koruyarak, türümüzün devamında olumlu katkısı olarak gösterilmektedir. Bazı hayvanlarda olduğu gibi, zehirli bitki ve meyveleri yememek üzere, içgüdüsel davranışlarındaki yönelim (sezgilerimiz) olarak amigdala ve bağlı beyin bölümleri düşünülmektedir. 

Karanlıktan korkmamızın nedeni, yine amigdaladır. Daha evvelki yazılarımızda da ifade ettiğimiz üzere; gözümüz, kulağımız vb. beş duyumuz vasıtasıyla gelen bilgileri taşıyan sinirlerin ilk bağlantı noktası, duygusal beyin olarak isimlendirilen limbik sistemin bir parçası olan “talamus”tur. Görülüyor ki, dış dünyaya ait gördüklerimiz, duyduklarımıza ait bilgiler, öncelikle düşünen ve bizim karar aldığımız, muhakeme yaptığımız düşünen beynimize diğer bir deyişle alnımızın hemen arkasındaki prefrontal korteks olarak adlandırılan yere gitmezler. Bunun birincil nedeninden önceki ikincil nedeni, prefrontal korteks yani “düşünen beynimizin” 350-500 bin yıl evvel mevcut olmayışıdır. Dolayısıyla, olmayan bir beyin bölümü için, sinir yolları (akson ve dendritler) oluşturmak ve bilgi göndermek beynin görevleri arasında değildi. Dolayısıyla,  beş duyumuz vasıtasıyla elde ettiğimiz bilgiler, düşünen beynimize değil duygusal beynimizin bir parçası olan talamusa gelir. Bu da, ilk değerlendirmelerin her şart altında, mantıksal değil duygusal olarak değerlendirmemize neden olmaktadır. Evrimsel sürecin bir sonucu olarak,  bugün de hala öyledir. İşte bu nedenle, duygusal beynin (limbik sistem) bir parçası olan talamus, bilgileri değerlendirmek üzere düşünen beyinden (prefrontal korteks) çok önce amigdalaya gönderir. Eğer, bizim için bir tehdit varsa, yine düşünen beyinden çok önce amigdala karar verir ve bizi yönlendirir. Ayrıca biliyoruz ki, karar verme sürecinde, devreleri ve karmaşıklığı itibariyle düşünen beynin karar alma hızı, amigdalanın karar alma hızından çok daha yavaştır. Tersinden söylersek, amigdala daha çabuk karar alır. Bu çabuk karar, bizi korur veya koruma ihtimalini artırır. 

Benzer bir örnek olarak, gözümüze doğru gelmekte olan bir taştan sakınmak üzere, göz kapağımızı kapatmaya yarayan, adına refleks dediğimiz mekanizmayı gösterebiliriz. Taşın geldiğine ve gözümüze zarar vereceğine, dolayısıyla göz kapaklarımızı kapatma talimatı prefrontal korteksten değil, bizden çok daha çabuk karar veren “beyin sapı”ndan gelir. Anlıyoruz ki, bir tehlike karşısında göz kapaklarımızı bilincimizle aldığımız kararla kapatmayız. Bu iş, bizden çok daha hızlı karar alan beyin sapınındır.

Bu bilgiler çerçevesinde "karanlıktan korkma" örneğimize devam edecek olursak, bizi korumaya yönelik olarak programlanmış olan amigdalaya, işlenecek dış dünya bilgisi girmezse (karanlıkta göremeyiz, dolayısıyla beyin için işlenecek veri yoktur), bu durumda amigdala, tehlikede olup olmadığımızı anlayamaz, kararsız kalır, bizi tedirgin eder, korkutur. Böyle bir durumda amigdalanın amacı, oradan uzaklaşmamızı, dolayısıyla kendisinin işleyebileceği bilgininin olduğu ortama yönelmemizi sağlar; bir anlamda bizi güdüler. Amigdalanın yapmaya çalıştığı davranış, tehlikede veya güvende olduğumuzu anlamak, dolayısıyla kaçmamız gerektiğine mi, bizi tehlikeye atan o şeye karşı saldırmamız gerektiğine mi karar vermek üzere, bilginin olduğu (dış uyaranların olduğu) ortama doğru yönelmemizi sağlamaktır. İşte bu nedenle, özellikle küçükken “karanlıktan” korkarız. Amaç, karanlıkta  dış uyaranları göremediğimiz, başımıza ne geleceğini bilmediğimiz bir ortamdan bizi korumaktır. Muhtemel ki, karanlıkta, "ıslık" çalarak veya şarkı söyleyerek korkumuzu geçiştirmeye çalışmamızın nedeni, düşünen beynimiz (prefrontal korteks) vasıtasıyla ortaya koyduğumuz ıslık çalma ile bir dış uyaran yaratarak, amigdalanın işleyebileceği bir bilgiyi oluşturmak ve böylece amigdalayı belli ölçüde meşgul ederek (korkuyu bastırmak) olabilir.

Bu arada, amigdalayı sadece bizi korkudan koruyan bir beyin mekanizması olarak düşünmek bizi yanıltır. Eğer birisi, bizi aşağılamışsa, hakaret etmişse, utandırmışsa, aldatmışsa vb. davranışlar karşılığında o kişiyle kavga ettirmeye (saldırmaya) veya gücümüz yetmeyeceği düşüncesi ile bireyi, içinden çıkamayacağı bir duruma sokmadan onu “korumak” adına o ortamdan uzaklaştırma talimatını (kaçmasını sağlamak) veren yine amigdaladır.

Çerçevedeki yazıya tekrar dönersek, sormamız gereken soru, amigdalanın, böyle bir görevi neden üstlenmiş olduğudur. Diğer bir deyişle; olumludan çok, olumsuza yönelik bilgilere daha hassas olan bir beyin yapısına neden ihtiyaç duyulur? Bunun nedeni, bireyin gerek hayatta kalma gerekse içinde yaşadığı toplumda "aşağılanmadan" rekabet edebilecek, kendisini güvende hissedecek düzeyde yaşayabilecek bir konumda olmaya yönelik tehdit ve tehlike sayısının; olumlu ve güven yaratıcı davranışa maruz kalma sayısı ve çeşitliliğinden çok daha fazla olmasındandır. Diğer bir deyişle, karşılaşabileceğimiz olumsuzluklar, olumlu hallerden çok daha fazladır. Belli ki amigdala birkaç milyon sene evvelinden bunu deneyimlemiş ve bizi korumak adına kendisince, olumlu davranışlardan daha çok, olumsuz davranışlara yönelik barındırdığı bilgilerle bugüne kadar gelmiş olmalıdır. Özet olarak söylersek, dış dünyada olumsuzluklar, olumlulardan oran olarak çok fazladır ve amigdala da bunun farkındadır. 

Bu nedenledir ki, birçoğumuz, yeni bir topluluğa girdiğinde, birilerini tanıdığında başkalarının davranışlarını incelemeye başlamamızın nedeni budur. Ancak bir şeyi burada düzeltmeye de yer vermemiz gerekir. Zaman içinde bu kişi veya içinde bulunduğumuz yeni topluluğu (yeni mahalle, yeni şirket, yeni arkadaş grubu vb.) tanımaya başladığımızda, “güven” denilen unsuru biriktirmeyiz, yani güvenme sürecine girmeyiz. Aksine, kişiyi veya grubu tanıdıkça “güven duymak” olarak adlandırdığımız unsur, amigdalanın bizi korumak üzere getirdiği korku/kaygı gibi olumsuzluk duygularını (güvensizlik unsurlarını) yavaş yavaş duygu alanımızdan çekerek (kaldırarak) ortaya “güven” denilen unsuru çıkarma çabasıdır. Benzetme yapacak olursak, kırmızı bilyelerin olumsuzluğu (tehdit, tehlike, aşağılanma, aldatılma, hakkımızda dedikodu yapılması, hakkımızın çiğnenmesi vb.), buna karşılık beyaz bilyelerin olumluyu (güveni) temsil eden ve beyazdan çok daha fazla kırmızı bilyelerin bulunduğu bir kavanozu ele alalım. Kırmızı bilyeleri zaman içinde kavanozdan yavaş yavaş almakla, beyaz bilyeler artmadığı halde, beyaz/kırmızı oranı, beyazdan (güvenden) yana artar. İşte, karşı taraf için tesis ettiğimiz güven de, olumsuzlukların ortadan kaldırılması ile oluşur. Ancak, karşı tarafın olumsuz davranışı nedeniyle (yetişme şeklimiz, hayata bakış açımıza bağlı olarak) kavanozdaki  kırmızı bilyelerin sayısı aniden artacak, beyaz kırmızı oranı yani güven azalacaktır. Çoğu durumda (kişiye bağlı olarak) kırmızı bilyeleri, kavanozdan tekrar almak (güven tesis etmek), daha uzun zaman alacaktır.

Bu arada tekrar hatırlatalım ki, bir kişinin dolayısıyla amigdalanın tehdit altında hissetmesi demekle sadece fiziksel tehdidi kastetmiyor; yukarıda da ifade edildiği gibi, dışlanmak, azarlanmak, utandırılmak, hakkında olumsuz konuşulmak, işten kovulmak, düşük not almak, haksızlığa uğramış hissetmek, verdiğimiz borcu zamanında alamamak, bize verilen sözlerin yerine getirilmemesi vb. binlerce durumu konu ediyoruz demektir.

Görülüyor ki, tek bir olumsuz durum karşısında olumluları geçersiz kılma, hemen herkeste var olup, bizi böyle bir davranışa götüren kendi düşüncelerimiz, kendimizin aldığı karar değildir; irademizden hemen hemen bağımsız çalışan beyin yapımızdandır, yani amigdaladır. Nihayetinde olumsuz bir davranış karşısında kendimizin aldığını sandığımız ve uyguladığımız karar (o kişiye, gruba vb. daha temkinli yaklaşmak), bizim, bilinçli olarak,  irademizle aldığımız karar değilse, o zaman da akla şu geliyor: Biz kimiz?



Erol

Yazmak, kovalamacadır: Yazma anından yazamamaya geçişin gerilimini taşıyan ruhsal sürükleniş, hem de sözcüğün, sesin büyülü ve gerçeküstü çağrışımlarla insanı emişi, içine çekişidir. Tek bir sese indirgeninceye dek ufalanan sözcüklerin çekim gücü öyle bir dolambaç yaratır ki, burada sürüklenmek şaşkınlık verici bir paralanmayı, yara bere içinde kalmayı göze almak demektir. Dolambacın sonu, güçlü merkezkaç akımlarınca belirsizleştirildiğinden ne bir izlek, ne bir konu: Belirgin hiçbir şey yok.

Önbelirlenimsizdir yazmak. Başlangıç itkisi derinlerden, alt-katmanlardan sıyırtan ve yaşantı yüzeylerine değdikçe kırılan, silik bir duygu; günler, aylar boyu süren yazma süreci ağrılı, bunalımlı bir yolculuk. Uykudan kaldırıp not aldırtan bir doğum sancısı taşınır yol boyunca ve her adım bir belirsizliği tamamlamaya yönelir: Yazının art-ülkesini. Burası ilintisiz, kopuk motiflerin, aykırı imgelerin, uyumsuz renk ve seslerin üst üste yığıldığı ve bu birikinti çevrintisinde görülmez bağların kurulduğu bir alandır. Kendisi ve öteki olabilen yazar, buraya sığan yaşam kesiklerini birbirine eklemleyip durur.

Düşünülen ve tasarlananla kâğıda dökülen arasındaki uzaklık: Yazma bunalımı. Yazara, yaşamı izlettirip kurgulattıran, yaşamla kendi arasına koyduğu uzaklıktır. Yaşarken, izlediklerinin ağırlığı altında acı çeker yazar ve gözlemci olmaktan kurtulmak için seçtiği yazma eylemi ile daha sancılı bir uzaklığın boşluğuna yuvarlanır bu kez. Kâğıtta biçimlenen ses ve sözcükler birden devinim kazanır, kımıldamaya başlarlar... Düşünülenle yazılanın aynılaşamayacağını bile bile, seslerin ve sözcüklerin ardında girişilen bu engelli koşuda gerçekleşecek olan güzellik değil, yazarın varoluşudur; güzel olan, eylemin kendisidir.

Düşünülenle yazılan arasındaki göreceliğin ilk çıkarımı beğenmemek olduğundan, gerçek bir isyancıdır yazar: Sözcüklerin otoritesine başkaldırır. Onların sıradüzenini bozup, arzuladığı düzensizlikte kurgulamak ister metnini. Oysa her fırsatta yazının gözeneklerinden akıp gider, kıvamsızdır sözcükler. Bu yüzden yinelendikçe, beğeninin kaygan sınırlarında eriyen bir eylemdir yazmak: Hep bir sonrakine iten, önceki yazılandan kopuş arzusu. Oysa kopamamaktır yazarın yazgısı. Yazdıklarınca kuşatılmıştır: Aktığı ırmağın kılcal damarlarını görür; aynı renkler, aynı sesler uzak bir boyutta, geniş aralıklar ve kesintilerle, kopukluklarla yinelenir. Yazma eyleminin ikinci duygusudur sıkıntı.

Üçüncüsü, en ürküncüdür: Nefret. Yazmanın yinelenen niteliği, yazar için tuzaktır artık. Sözcüklerin ve seslerin kapanı işlemeye başlar: Bebeğin gövdesinin bilincine varması gibi adlandırdıkça bütünleşilir. Yazar ve yazan, karşılıklı mallıklanma sanısına kapılırlar: Olağanüstü bir köleliktir bu. Her şey sıfırlanır; metne bakış, insanın kendi eli ya da kolu karşısındaki ilgisiz tavra dönüşür, etkisiz bir varoluş yaşanır, hiçbir değer yargısı ortaya konamaz. Anlamsızlık, çok-olabilirlik karşısında yazar, hızla ölçüt yitimi yaşar: Meme yabancıdır, bulanık bir bilinçle yaklaşır sözcüklere; her ses ürkütücü bir sonsuzluk ve mutlaklıkla durmaktadır karşısında. Sözcük isyancısı, nefretle kaçar sözcüklerden, dokunamaz. Yan yana getirdiği, dizdiği, eklediği, kırdığı sesler törpüye gelmez evrensel bir ölçütle meydan okumaktadırlar yazara. Kendi yaratısının rastlantısallığını kutsamasını, önünde secdeye kapanmasını isterler ondan.

Edilgen bir isyancıdır artık yazar. Beğenmez, küçümser ama aynı zamanda umarsızca tükenir: Dokunamaz sözcüklere. Bir kez daha okumaya bile katlandırtmayan bir nefretle zamanın ve başkasının gözünün tanıklığına terk edilir yazılan her şey. Yazdıkları, geçmiş zamandaki kendisidir.
Yazarı zenginleştiren, elenmiş bir duyarlılık kazandıran bu duygusal gerilimleridir: Deneysel yaşantıların yorgun delisidir yazar; her gün yeniden başkaldıracak denli yürekli... "Varlık ile hiçlik" arasında kurulu yazı salıncağında sallandıkça, kendini gerçekleştiren her insan gibi, parça parça intihar eder o da...

Yazmak; ses ve söz bağlamlarının yeniden kurulduğu, sonsuz olasılıklı bu oyun, alfabenin yüzlerce yıllık sınırlanmışlığıyla alay etmektir.

Onca yazılanın ardından hâlâ yeni sözcük bağlantıları kuruluyorsa, bu, yazı buzdağının tüm kaçak sözcüklerinin, yasadışılığının, düşünülenle yazılan arasındaki o gözemli boşluğa sıkışmışlığı sayesindedir. Çünkü; YAZMAK, YAZAMAMAKTIR.

Işık Ergüden,
Temmuz 1989

BEYNİMİZDE, ESKİDEN OLUŞTURDUĞUMUZ ŞABLON BİLGİYLE EŞLEŞMEYEN HER YENİ BİLGİ, YENİ BİR VAROLUŞ; "TEHDİT" OLARAK ALGILANIR.

Birey, dünyaya geldikten itibaren korunmaya muhtaçtır. Sosyal bir varlık olarak, kendi türümüzün oluşturduğu topluluk içinde yaşamaya ihtiyaç duyarız. 

Başlangıçta, ebeveynleri vasıtasıyla, sonra yetişme, yetiştirilme biçimine bağlı olarak kendisini korumaya, varlığını sürdürmeye çalışır. Birey, kendisinin bilmesi gerekip de bilmediklerinden, belirsizliklerden kurtulmak ister. Bilmek, denetlemek, yönetmekle; belirsizliklerden kurtulduğunu hissedecek, en azından tehdit unsurlarının ortadan kalktığını/ötelendiğini rasyonalize edene kadar uzun veya kısa vadeli bir uğraş verecektir.

Bununla beraber, ebeveynlerimizin bize miras bıraktığı genetik özellikler, bu özelliklerin çevreden gelen etkilerle işlenmesi, düşünce ve davranış tarzımız, kendimizi algılayışımız kendimize ait bir benlik algısı yaratır. Benlik algısı dediğimiz değerler arasında özsaygımız, özgüvenimiz, girişimciliğimiz, iletişim gücümüz, dünyayı algılayışımız ve birçok faktör gösterilebilir. Fiziksel varoluşumuz, kaygılarımız, korkularımız, sevinçlerimiz, toplum içindeki statümüzle ilişkilerimizi, nihayetinde, sahip olduklarımızla varlığımızı sürdürmeye çalışırız. 

Bütün bu çabalar, beynimizde şablonlar -nöronal ağlar-oluşturur. İlk etapta bu şablonlar, karşılaştığı yeni bilgiyi işleyecek kapasiteye, anlamlandıracak düzeye diğer bir deyişle yeni bilgiyi işleyecek nöronal bağlantılara sahip değildir. Bu durumda, beyin iki şeyden birini yapar. Ya, zamanla, yeni nöronal ağlar (sinirler arası bağlantılar) kurarak, yeni bilgiyi veya değişikliği önce kanıksar, sonra kabul eder ya da var olan nöronal ağları koruyarak (aynı duygusal düşünce sistemimizi devam ettirerek) yeni bilgiyi "tehdit" olarak algılar. Tehdit olarak algıladığında, bu defa beynin (bireyin) önceliği, yeni şeyi "kendisine benzetmektir". 

Birey, referansları kendi benlik algısı (değerleri) olmak üzere, farklılıkları, sahip olduğu değerlere benzeterek, kendisi için tehdit unsuru olduğunu düşündüklerini ortadan kaldırmak (kendisine benzetmek), uzaklaştırmak, ötelenmesini sağlamak ister. Bu farklılıklar, karşısındakinin düşüncesi, gelenek-görenek, örf-adet, din olabileceği gibi; olay, eşya hatta mevcut tehditleri kaldırarak (yol, köprü, barınak vb. yaparak) kendisini daha güvenli hissetmek üzere yeniden düzenlediği “çevre” bile olabilir.

Bu çabanın yakıtı, uzun zamanda elde ettiği değerleri, inançları; bireyin kolay kazanmadığı, onlar için uzun mücadele verdiği var olma öncülleridir. Sadece, zaman zaman stratejisi gereği, taviz verir görünüp, yine kendi benlik algısına hizmet eden davranışlarda bulunabilir.

Bireyin amacı, çevresindekileri (düşünce, bilgi, olay, mekan, davranış vb.) kendisine benzetme çabası ile diğer bireylerden gelebilecek tehditleri ortadan kaldırarak kendi fiziksel ve psikolojik güvenliğini sağlama çabasıdır. Bunun için de kendi algılama biçimine benzettiklerini (bireyleri, olayları, eşya veya çevreyi) yöneterek, kendi güvenliğini (tehditleri) denetlenebilir, yönetilebilir kılmak ister 

Böylece, kendi düşünce sisteminde olanların sayısını çoğaltarak ve kendi benzerlerini yaratarak (örf-adet, gelenek-görenek, din, takım tutma, aynı siyasi görüş, aynı okuldan mezun olma, aynı ekolü/dünya görüşünü benimseme vb. ) hem kendi düşüncelerinde olan grubu korumayı hem de çoğaltılmış ve kendisine benzer bu grubun içinde "güvende" olmayı amaçlar. Kendisine benzetemediği zamanda ise tek yol, onu yıpratmak, çökertmek, dışlamak, nötr hale getirmek, ondan kurtulmaktır; yapabiliyorsa yok etmektir.


Erol

Ne sürer dağa tırmanmak?

Kırk yıl. Esmerdir yerli klavuzlar
ufak tefek, yürekli, kaypak.
Rüşvet almazlar.

Kuzey yüzünü mü
önerirsiniz?

Kaş çatıyor
bütün yüzler; seçin öyleyse. Seyyahlar
kendi yolculuklarını anlatırlar, sizinkini değil.
Basılacak sağlam yerleri saklamaz buz.
Kayaları okuyun. Onlar sözü yaşar.

Ve zirvede?

Durursunuz.

Derler ki buradan görülebilirmiş
şehir.

Bilmiyorum.

Aşağı bakarsınız. Garip gelir
yukarı bakmıyor olmamak; emin olamazsınız
ne gördüğünüzden.
Kimisi Şehir bu der; başkaları
daha uzak bir Âlem sezer. Klavuzlar döner.
Omuzlayın çantanızı, giyin ceketinizi.
Buradan aşağı ne bir iz var,
ne bir amaç, ne bir yol, ne de yollar.
Akşamın o uçsuz bucaksız inişinde,
o altın renkli pusun ta içinde,
bir kıpırtı, bir ışıltı belki: Dalgalar mı,
kuleler mi, tepeler mi? Uzak, uzak.
Değişti kayaların dili.
Bilirdim bir zamanlar ne dediklerini.

Ne sürer iniş?

Ursula K. Le Guin
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Everest
Blogda daha evvel Emil Michel Cioran'ın yapıtlarına veya röportajlarına yer verdik. Bu sefer de kendisiyle ilgili bir belgesele yer vereceğiz! Emil Cioran - A Century of WritersUn siècle d'écrivains adlı belgeselin Cioran ile ilgili olan bölümüdür.

Kendisini nihilist değil, ama şüpheci olarak tanımlayan Cioran, ne ilginçtir ki nihilizmin önemli temsilcilerinden biri sayılmaktadır.

Hayatı boyunca çok fazla kitap yazmamış, hele ki Türkçe'ye çok daha az kitabı çevrilmiştir. Bu bakımdan bu belgesel özellikle Cioran sevenleri mutlu edecek birçok özellik barındırmaktadır.

Kendisiyle yapılan arşiv görüntülerine yer verilen belgesel, kronolojik bir sırayla Cioran'ın hayatını onun cümleleriyle ele alıyor ve bizlere bu münzevinin hayatını kaba taslak dahi olsa kestirme fırsatı sunuyor.

Bilge olma yolunda maddi, manevi, soyut ve somut her türlü değeri ve bilgiyi reddeden Cioran, insanın, insanlığın ve tarihin sürekli felakete sürüklendiğini söyler. İntihar fikri olmasaydı, çoktan kendisini öldüreceğini defalarca kitaplarında ifade eden Cioran, belgeselde kullanılan röportajda da aynısını söyler. Bu dünyaya saplanıp kalma durumundan istediği an kurtulabilmesi, bu dünyaya katlanmasını kolaylaştırmıştır.

Elbette ki 50 dakikalık bir belgesel olması sebebiyle yeteri kadar derinlikli bir inceleme içeremese de, en başta da ifade ettiğim gibi, Cioran kıtlığında önemli bir yapıt olma özelliğini göstermektedir.

Hayyam


INCOGNITO BEYNİN GİZLİ HAYATI

Kendimizle aramızdaki fark, bir başkasıyla aramızdaki fark kadar büyüktür.'
Montaigne

Siz daha tehlikeyi algılamadan, ayağınızı fren pedalının üstüne götüren kim? Neden sır saklamakta böylesine başarısız, nedenini bilmeden birini çekici bulmakta bu kadar başarılıyız? Eğer bilinçli zihin, yani sabah uyandığınızda sizinle birlikte uyanan ben, buzdağının yalnızca görünen kısmıysa, zihninizin geri kalanı tüm bir ömür neyle iştigal etmekte?

Ünlü nörobilimci David Eagleman, 20 dilde yayımlanan -ve neredeyse şimdiden klasikleşen- kitabı Incognito ile beynimizin derinlerine dalarak, yaptığımız, düşündüğümüz ya da hissettiklerimizin çok büyük bir kısmının BİZDEN BAŞKA BİR BİZ TARAFINDAN YÖNETİLDİĞİNİ ürkütücü bir berraklıkla ortaya koyuyor. Sadakat geninden sizi olmadığınız birine dönüştüren beyin zedelenmelerine; optik yanılsamalardan striptizcilerin neden ayın belirli zamanlarında daha çok para kazandığına; Truva fatihi Odysseus'tan renkleri işitip biçimleri tadabilen sinestezik insanlara kadar geniş bir yelpazeden vakaları ve araştırmaları bir araya getiren Incognito, beynimizin işleyişi ve çelişkileri hakkında olağanüstü bir keşif yolculuğu sunuyor.

Domingo/BKZ Yayıncılık , 2011, 304 s.

DAVİD EAGLEMAN (Yazar)
David Eagleman bir sinirbilimci ve aynı zamanda New York Times’ın çoksatan (bestselling) yazarıdır. Üniversite eğitimini İngiliz ve Amerikan Edebiyatı üzerine tamamladıktan sonra, doktorasını Nörobilim dalında yapmıştır. Baylor Tıp Koleji, Algı ve Aksiyon Laboratuvarının yöneticisidir. O, hukuk ve sinirbilimi bir araya ilk getirenlerdendir. Bilimsel araştırmaları Science, Nature gibi prestijli yayınlarda yer aldı. En iyi bilinen çalışması synesthesia (harf ve rakamları renkli görmek) ve nörohukuktur. (sinir bilimsel hukuk). Son kitabı da best seller olmuş olan ve Türkçe’ye “Incognito/Beynin Gizli Hayatı” adıyla çevrilmiştir.

Erol
Toplum dediğimizde aklımıza, birlikte yaşayan insan sürülerinin tasviri çizilir. Oysa soyut isimler çoğu zaman beynimizde olduğundan çok daha farklı işlevlere sahiptir. İnanların ürün değiş tokuşu yapmaları gerekir ve bunun için de ekonomiye ihtiyaçları vardır. Ayrıca birbirlerini anlamak için bir de dile ihtiyaçları vardır. Ticari ilişkilerden ve iletişimden kaynaklanan sorunlar belirli kuralları gerektirir. Bu kuralları çiğnemeye karşı yaptırımlar için yasalar ve kanunlara ihtiyacımız vardır. Böylece toplum, bireylerin oluşturduğu bir kalabalık olarak değil; karmaşık ilişkiler bütünü olarak tasvirlenir.
Toplumsal yapının çökmemesi ve sürdürülebilmesi için çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Bu anlayışı öne çıkaran klasik analiz Thomas Hobbes’a aittir. Hobbes, bireylerin yapaylıkla alakalı olmayan bir “doğa durumu” sonucu toplum oluşturdukları varsayımından başlar. Doğada herkes herkese karşı savaş halindedir ve “insan hayatı yalnız, yoksul, kötü ve kısa sürer”. İnsanlığın bu durumdan kurtulması için iki görüş öne sürülmüştür. İlki; insanların bir araya gelerek ortak bir politika dahilinde yaşamalarıdır. Bu konudaki görüşünü şöyle yorumlamıştır;
“Sanki insanlar, Doğa durumundan vazgeçerek topluma girdiklerinde, biri dışında hepsinin yasaların kısıtlamaları altında olmasında anlaşıyorlar; bu biri ise artan gücü, cezadan muaf ahlaksızlıklarıyla Doğa durumunun tüm özgürlüğünü hala muhafaza edebiliyor. Bu, insanların kokarcaların veya tilkilerin kendilerine verebilecekleri kötülüklerden sakınmaya çalıştıkları halde aslanlar tarafından yenilmekten memnun olacak kadar aptal olduklarını düşünmektir.”
Hobbes’un ileri sürdüğü diğer görüş ise; onları yönetebilecek konumdaki bir egemene baş eğmeleridir. John Locke, bu konuya dair yorumunu şu şekilde açıklamıştır;
“Herkesin herkese karşı savaş halinde olduğu basit doğa durumunda… Bir ahit yapılırsa, bu ahit herhangi bir makul şüphe halinde geçersizdir… Çünkü ilk önce ifa eden taraf diğer tarafın daha sonra ifa edeceğinden emin olamaz; sözlerin bağları insanların hırsına, tamahına, öfkesine ve diğer tutkularına gem vuramayacak kadar zayıftır… Dolayısıyla, ilk önce ifa eden, kendini düşmanın ellerine bırakmakla kalır.”
Hobbes’un öne sürdüğü doğa durumunda hiçbir karşılıklı güven blunmadığı için, asgari bir toplum ilişkisinin kurulması ve sürdürülmesi olanaksız kalacaktır. Denildiği gibi “sözlü vaat sözde kalır” ama Hobbes’un toplumunda “yazılı vaat bile sözde kalır”.Şu anki toplumumuza baktığımızda ise, bizlerin Hobbes’un bahsettiği kadar vahşi ve güvenilmez bir yer olmadığını gözlemliyoruz. İnsanın doğasında var olan “kendi çıkarını düşünme” nasıl bu denli bastırılmıştır?

Kır kurtlarına baktığımızda, kendi çıkarı adına hareket edip sürü arkadaşına ölümcül bir saldırıda bulunan kurtların, olaydan diğerlerinin haberi olduğu taktirde sürüden atılarak dışlandıklarını gözlemleyebiliriz. Çünkü sürü halinde yaşamak onların avantajınadır ve buna dahil olmayanlar tehlike olarak görülür. İşte bizim dayanışmamız da aynı bu düşünceyle gelişim göstermektedir. Zamanla, vahşi bir toplumdan dayanışmacı bir topluma geçmemizin sebebi, işbirlikçi bir evrimin gerçekleşmesidir. Darwin de bu konuya dikkat çekmiştir;
“Unutulmamalıdır ki yüksek bir ahlak standardı her bir bireysel insana ve çocuklarına aynı kabilenin diğer insanları karşısında çok az yarar sağlamasına ve hiç yarar sağlamamasına rağmen, iyi donanımlı insanların sayısındaki artış ve ahlaki standartlarındaki ilerleme bir kabileye diğeri karşısında kesinlikle önemli bir avantaj sağlar. Bir kabile büyük sayıda vatansever, cesur sadık, duygudaş ve birbirine bağlı üyelere sahipse onla birbirlerine yardım etmeye, ortak iyi için kendilerini feda etmeye hazır olacaklardır; bu kabile hiç kuşku yok ki diğer kabilelere göre daha başarılı olacak ve onları yenecektir. Bu doğal seçilimdir.”
Darwin’in bu sözleri, uzun süredir savunduğu görüşleriyle çelişiyor gibi göründüğünden, birçok kez tartışma konusu olmuştur. Oysa ortada hiçbir tutarsızlık yoktur; savaşta en saldırgan ve savaşçı olanların hayatta kaldığını öne süren teori, genlerin hayatta kalmaya yönelik yatkınlığını öne süren bir eğilimdir. Daha önceleri hayatta kalmanın yolu bu savaşçı kişilik olsa da değişen zaman ve ortamarla ilgili yeni şartlar dayanışmayı ve işbirliğini gerektiriyorsa, bu durumda en kötüler elenerek gelişim devam edecektir.

O halde neden hala toplumumuzda işbirlikçi olmayanlar mevcut? Doğal seçilim, insanları bu şekilde eleyerek ilerliyorsa neden hala kendi çıkarını düşünenler var?

İnsanlığın bu güne gelmesinde aktif rol oynamış olan evrimsel süreçler, tek bir formda düşünülemez; tek bir karakteristik özelliğe sahip olamayacak kadar karmaşık bir beyin ve milyonlarca dış faktöre sahibiz. Bu nedenledir ki, insanların işbirliği kurması gereken yerde bir araya gelmişler,  fakat olması gereken bir zaman diliminde kendi çıkarlarını düşünerek diğerinden bir adım ileri geçmişlerdir. Bu şekilde işleyen “kısasa kısas” sistemi hepimizi bir arada tutabildiği gibi bunu asırlarca sürdürmeyi başarmıştır.

Neviens Nobody

REKABET VE BENCİLLİK; atalarımızdan genler vasıtasıyla gelir. Daha açık bir söylemle, doğuştandır. İçinde bulunduğumuz kültür vasıtasıyla, yine içinde yaşadığımız topluluktan optimum düzeydeki "çıkarlarımız" için gerek eğitim gerekse edimsel davranışlarımızla, bu davranışları (bencillik, rekabet vb.) yönetmeyi öğreniriz.

Rekabet ve bencillik kavramlarını, gündelik hayatta, davranışlarımızı engelleyen "kötü", ilişkileri bozucu birer davranış gibi düşünsek de, aslında onları, farkında olmadan günlük normal hayatımızda da kullanmaktayız. Söz gelimi, fikirlerimizin doğruluğunu karşı tarafa savunurken, bizi bu tartışmadan haklı çıkartmaya çalışan güdü "rekabettir". Keza, benlik algısı dediğimiz ve kendimizi tüm davranışlarımızla tanımlamaya çalıştığımız algının varlığını sağlayan da "bencilliktir". Diğer bir deyişle, kendi benlik algımızı korumak, başkasına karşı savunmak, hakkımız olduğuna inandıklarımıza sahip çıkmak; rekabet-bencillik gibi duygu/güdülerin bizdeki motivasyonel etkileridir. Eğer beynimizde rekabet ve bencillik dediğimiz bu davranış yapıları olmasaydı, gerek bireysel gerekse grup olarak varlığın devamı mümkün olmazdı.

Genellikle, bizlerde bulunan duygu, güdü ve benzeri davranış kalıplarımızı, günümüz için düşünür ve bu davranışlarımızı eleştiririz. Halbuki bugünkü bu davranışlarımızın, bundan milyonlarca yıl evvel, bugünkü doğa şartlarının ve toplum anlayışının, yaşam biçimlerinin olmadığı zamanlardaki varlığımızın nedeni olduğunu, bugün hala varsak, beynimizin bu yapısından kaynaklandığını pek düşünmeyiz. Söz gelimi rekabet, bundan on binlerce yıl ve daha da önce yakın mahallerde yaşamış grupların dağılmadan bir arada kalmasına neden olmuş olabilir. Rekabet, bireysel olduğu kadar, grup olarak da o grubun değerlerini başka gruplara göre savunarak ve üstün görerek kendi değerlerini ve dolayısıyla kendi gruplarını koruma duygusu olarak ortaya çıkmıştır. Bu davranış, sadece insanlara mahsus değildir. Gruplar halinde yaşayan primatların (maymun vb.) kendi alanlarını korumak için diğer gruplarla rekabet ettiğini, savaştığını hatta diğer grubun fertlerini öldürdüklerini biliyoruz.

Bu arada, "motivasyon" kelimesini gündelik hayatta "fayda" sağlayan, itici güç içeren davranışlar için kullanırız. Halbuki motivasyon kelimesinin anlamı "movere" kelimesinden gelip "harekete geçirici" demektir. Bunun da anlamı, varsayalım, bir kişiye zarar vermek -örnek olarak "dövmek"- için harekete geçiren beyin fonksiyonlarından olan bu itici güç de "motivasyondur". Çünkü, beyin kimyasalları, stres hormonları -adrenalin, kortizol- eylem için kişiyi harekete geçirmiştir (motive etmiştir).

FREUD'un ifadesiyle bu davranışlar İD'in bir işlevidir. ("Süperego" ve "id"in savaşımı sonunda ortaya "ego" çıkar, diğer adıyla "ben").

Diğer taraftan nörobilimsel olarak baktığımızda bu davranışların sebebi, DUYGUSAL BEYİN olarak tanımlayacağımız LİMBİK SİSTEMin bir parçası olan ve beynimizin her iki yarım küresinde, beyin tabanına yakın bulunan AMİGDALA olarak isimlendirilen bölümlerin işlevidir. Rekabet ve bencillik için amigdalanın bu işlevine; şakaklarımızın biraz üzerine ve beynimizin biraz derinlerine denk gelen İNSULA ve ayrıca yine gözlerimizin hizasında ve beynin önündeki iki oluşum olan NUCLEUS ACCUMBENS eşlik eder.

Daha açık söylemek gerekirse, bahsi geçen beyin bölümleri yoksa, rekabet, kıskançlık vb. davranışlar da yoktur. Rekabet ve bencillik davranışlarının üreteci olan bu merkezlerin olmaması demek, bireyin kendi varlığını savunamaz hale gelmesi demektir ki bu da kendi türünün sonu anlamına gelir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, bencillik, rekabet vb. davranışlarımızın merkezlerinin olmadığını varsaydığımız bir kişi, düşünebildiği halde, bu davranış biçimlerinin ne demek olduğunu algılayamaz, anlayamaz. Doğuştan görmeyen bir kişiye ışık kavramını anlatmak gibidir. Bunun anlamı, rekabet ve bencillik gibi davranış biçimleri beynimizin içine bizzat gömülü (işlenmiş/programlanmış) olarak doğarız demektir. Sonradan, çevremiz vasıtasıyla öğrenilerek, kazanılmazlar; düşüncemizin bir eseri değildir. Ancak, yukarıda da ifade edildiği gibi, çevrenin durumuna ve bireyin içinde yaşadığı toplumun tutarlılığına bağlı olarak ya baskılanır ve yönetilebilir hale gelir ya da daha fazla açığa çıkabilir. Bunun anlamı, doğuştan gelen bir potansiyel davranışın, kültür ve çevre tarafından işlenip, biçimlendiğidir.

Aslında, bu biçimlenmeye bağlı olarak; bencillik ve rekabet gibi kavramların ortaya çıkışına bakarak, bu tür davranış biçimlerinin doğuştan gelmediği, çevre tarafından "öğrenme" sonucu ortaya çıktığını düşünürüz. Bir başka deyişle, daha evvel rekabet ve benzeri davranış içinde bulunmayan, böyle bir davranışı sergilemeyen bir kişinin, iş dünyasına girdiğinde ve aldığı haz nedeniyle rekabet algısının bu kişide ortaya çıkmasını, rekabetin, bencilliğin vb. öğrenildiği için varolduğunu yani doğuştan gelmediğini düşündürür. Bu bir yanılgıdır. (Başka bir yazıda bu tür argümanların, çevre koşulları ile değil, aynısıyla "duygular" gibi doğuştan geldiğini, daha detaylı olarak aktarmaya çalışırız).

Bencillik ve rakabet gibi davranışları "kötü" birer davranış olarak algılamamızın, anlamlandırmamızın nedeni, zaten beynimizde varolan bu davranışları, kişinin yönetemediği, başkalarının güvenlik ve benlik alanlarını etkilediği, tehdit ettiği (zarar verdiği) durumlar içindir. Eğer, kültürel olarak (yetişme, yetiştirilme/eğitim) bu duygularımızı yönetemez hale gelirsek, bu defa, toplum tarafından dışlanma riski doğar.

Tabii ki, kıskançlık, rekabet, bencillik gibi kavramların çevre tarafından (eğitim, yetişme, yetiştirilme vb.) aynı derecede baskılanabileceği, yönetilebilir hale geleceğini söylemek doğru değildir. Çünkü, bu davranışların eğitime rağmen ne derece baskın veya ne derece yönetilebilir olacağı yine bu davranış programlarının genlerle gelen işlevsel baskınlığına bağlıdır. Aynı eğitimi alan iki kişinin, birinde etkili olan bir eğitim, diğerinde beklenen performansı göstermeyebilir. Bu, bir bakıma, bir kişiye iyi gelen penisilin ilacının bir başkasına alerji yapması hatta öldürmesi gibidir. Zaten bu farklılıklar bizi diğerimizden ayıran davranış ve düşünme biçimine iter. Ve biz buna KİŞİLİK diyoruz. Aksi halde hepimiz tek kalıptan çıkmış robotlar olurduk.

Özetlersek, genlerimizle gelen bu işlevlerin geçmiş bin hatta milyon yıllarda atalarımız için bir işe yaramış olmalı. Belli ki, bunun nedeni, o zamanki atalarımızın var olması ve varlığının devamı hatta bizlerin bugünkü varoluş nedeni, gerekli bir fonksiyon ve evrimsel sürecin bir parçası olarak ortaya çıkmış olduğudur.. 

Din, merkezinde bazı fikirler barındırır ve biz bunları kutsal ya da mübarek diye adlandırırız ya da benzer terimler kullanırız. Bu, şu anlama gelir: "İşte hakkında kötü söz söyleme izninizin olmadığı bir fikir ya da bir kavram; tek kelimeyle, bu yasaktır." Peki, neden olmasın? Çünkü yasaktır!

Eğer birisi sizin onaylamadığınız bir partiye oy verirse bu konuda onunla istediğiniz kadar tartışmakta serbestsiniz; herkes bir görüş bildirecek ama bu kimseyi rencide etmeyecektir. Eğer birisi vergilerin artması ya da azalması gerektiğini söylerse bu konuda da yorum yapmakta özgürsünüz. Ancak diğer yandan, birisi "Bir Sebt günü ışık düğmesine dokunmamalıyım." derse ona şöyle dersiniz: "Buna saygı duyarım."

Neden Muhafazakar Parti'yi ya da İşçi Partisi'ni, Cumhuriyetçileri ya da Demokratları, şu ya da bu model ekonomiyi ya da Windows yerine Macintosh'u desteklemek tamamen meşrudur da kainatın nasıl meydana geldiği ve onu kimin yarattığıyla ilgili bir fikir beyan etmek yasaktır? Kutsal meseleler olduğu için mi?

Meseleyi mantıklıca irdelediğinizde, böylesi fikirlerin diğer fikirlerle çekişebilmesi adına en az onlar kadar serbest olmamasının bir nedeni yoktur; tabi eğer söylenmemeleri gerektiğini aramızda bir şekilde kararlaştırmadıysak.

Douglas Adams
AHLAKLI OLSA DA OLMASA DA, KİŞİDEKİ EKSİK OLAN AKIL DEĞİLSE, O KİŞİYE CAHİL DİYEMEYİZ. OLSA OLSA YAZIDAKİ İFADEYİ KARŞILAMAK ÜZERE; KURNAZ, MENFAATKAR vb. KELİMELERİ KULLANABİLİRİZ.

Zaman zaman sosyal medyada, çerçeve içine yazılmış özdeyişler/aforizmalar görüyor bunların bazıları hoşumuza gidiyor olabilir. Zaman zaman bu ifadelerin kendi kavramları içinde çeliştiğine de rast gelebiliyoruz.

Bu seferki yazımızı, yandaki deyişin küçük bir eleştirisinden çok; akıl, zekâ, ahlak, kurnazlık gibi kavramlar üzerinden yapmayı düşündük.

Eğer çerçevedeki yazının eleştirisi ile başlarsak, “kurnaz” ve “cahil”, birbirlerinin yerine kullanılabilecek veya birbirlerini tamamlayan kavramlar değildir.

İsterseniz, öncelikle akıl, zekâ gibi kavramları formül haline getirip modelleyelim.

AKIL=Zeka+Bilgi+Duygu+Ahlak

Modeli/formülü açıklamaya çalışalım. Zeka dediğimiz kavramın en basit tanımı, en az iki şey (bilgi, iç veya dış uyaran, olay, cisim vb.) arasında ilişki kurmaktır. Basit bir örnek olarak, küçük çocukların, küp şeklindeki cismin yine küp şeklindeki, silindir biçimindeki bir cismi yine silindir şeklindeki bir deliğin içine yerleştirme çabasını gösterebiliriz. Bu ilişkiyi kurmaya yarayan, diğer bir deyişle bizim 'zeka' dediğimiz işlevin oluştuğu yer, alnımızın hemen arkasındaki “prefrontal korteks" adı verilen beyin bölgesidir. Buna göre, zeka yoksa akıl diye bir kavramdan söz edemeyiz. Formülümüzden tek bir argüman dahi yok olsa, “akıl” kavramı da yoktur. Çünkü akıl, eşitliğin sağındaki argümanların hepsinin bir arada katkısı ile oluşan işlevler topluluğuna ait bir kavramdır.

Mesela, aşağıda da açıklayacağımız üzere akıl dediğimiz kavramın içinde duygu vardır. Duyguyu formülün içinden çektiğimiz anda, yine akıl kavramından bahsedemeyiz.

Duygu, gündelik hayattan da bildiğimiz; üzüntü, sevinç, tiksinti, korku, kıskançlık, öfke vb. gibi kavramlardır.

Ahlak kavramı ise, duyguları da içine alacak şekilde gerek kendi benlik algımızla gerek başkaları ile olan ilişkiler bütünüdür. Hatta bu bütünlük içinde, insan olmayan diğer canlılarla olan ilişkiler de mevcuttur. Söz gelimi, kenarda, suyunu içmekte olan bir kediye durduk yerde tekme atmaya ahlaki daha doğrusu ahlaklı bir davranış olarak bakmayız.

Duygudan, tek başına bahsedebiliriz ancak ahlaktan bahsederken duyguyu ahlaktan ayıramayız. Kendimiz veya başkaları ile olan ilişkilerimizi 'iyi' veya 'kötü' gibi tanımlamayı yapabilmemizi duygular sağlar. Söz gelimi, iyi bir davranışta bulunduğumuz zaman seviniriz, mutlu oluruz, rahatlarız. Birisine haksızlık ettiğimizi düşünüyorsak, suçluluk hissederiz, üzülürüz vb. Görülüyor ki, ahlak dediğimiz ilişkiler bütününe ait kavram, duygularla mutlaka ilişkilidir. Buna göre, duygu denilen kavramı, ahlak kavramının içinden çekip alsak, ahlak kavramının kendisi de kalmaz. Duygular, ahlaki bir davranışın “iyi", “kötü”, “güzel”, “çirkin”, “yakışıksız bir davranış”, “takdire şayan bir davranış” vb. ahlaki davranışların nihai karar vericisidirler. Duygu olmadan, bir davranışın veya düşüncenin "ahlak" çerçevesinde nitelenemeyeceğini, tam bir benzetme olmasa da, kökleri olmayan bir ağacın, gövdesinin ve dallarının da olmayacağı örneğine benzetebiliriz.

Bu bilgilerden sonra, çerçevedeki yazıyı yorumlayalım.

Söz gelimi bir kişi, başkasının aklına gelmeyen bir yöntemle, hırsızlığa karşı korunmalı bir eve, tüm koruma yöntemlerini aşarak hırsızlık için girmişse, bu kişi “zekidir” ama “akıllı” değildir. Zekidir, çünkü, zekanın tanımı gereği, başkasının düşünemediği ilişkilendirmeleri yapmış ve girilemez diye düşünülen eve girebilmiştir. Buna karşılık, “akıllı” değildir çünkü, ahlak kurallarına uymamıştır. Eğer bu kişi yakalanırsa veya yaptığı iş açığa çıkarsa (hatta hırsızın kim olduğunu bilmesek bile) 'akılsızca' davrandığını söyleyebiliriz. Benzer şekilde, sizin banka hesabınıza giren bir hacker, zekidir ancak akıllı bir davranış göstermemiştir.

Bir öğrenci üniversite okumak için çok çalışmış, başkalarının alamadığı bir bursu, saygısını, sevgisini ve de sınavlarda bilgi ve zekasını kullanıp kazanmışsa, böyle kişiye 'akıllı' ifadesini kullanırız. Çünkü, yukarıdaki akıl formülümüzde olduğu gibi; bilgisini, zekasını ve ahlak dediğimiz ilişki kurallarını duyguları da katarak (sevgi, saygı vb.) kullanmış ve bursu elde etmiştir.

Bizler gündelik hayatta, yukarıdaki örnekteki öğrencide olduğu gibi 'zeki öğrenci' ile 'akıllı öğrenci' kavramını aynı anlamda kullanırız. Ola ki başka bir öğrenci, yukarıdaki bursu kazanan öğrenci ile aynı zekaya sahip olsa (her iki öğrenciyi zekâ testine tabi tutsak ve aynı zekada olduğunu saptamış olsak), ancak ikinci öğrenci, ilgili bursu çeşitli entrikalarla almış olsa ve sonradan bu entrika ortaya çıksa, kazandığı burs geri alınsa, bu öğrenci için 'akılsız' diyebiliriz ama 'zeki değil' diyemeyiz. Buradaki 'akılsızlığı', zeka ve bilgi eksikliğinden değil, konulmuş ilişki kuralları yani ahlak kurallarına  karşı gelmiş olduğundandır. Çünkü, bu öğrencinin, bir evvelki öğrenci kadar zeka puanına sahip olduğunu biliyoruz. Gündelik düşüncelerimizde böyle bir olay karşısında o öğrenciye, yine de, hem akılsız hem de zeki olmayan bir gözle bakmak, kendimizin, olaylara objektif bakamadığımız, gerçek tanımlardan ziyade duygularımızı bakış açımıza karıştırdığımız içindir.

Zekâ, alın lobumuzla ilgili iken, duygularımız ve ahlak denilen kavramlar, beynimizin ortasındaki duygusal beynimiz diğer adıyla “limbik sistem” olarak adlandırılan bölümün bir eseridir. Şu halde, bir kişi zeki olabilirken akıllı da olabilir akılsız da olabilir.

Ahlak denilen kavram, içinde yaşadığımız topluma göre değişir. Dolayısıyla izafidir/görelidir. Şöyle bir uç örnek verelim. Başka bir ülkeden görevli olarak gelen ve bizim devlet sırlarımızı çalmaya çalışan bir kişiyi, bizler 'casus' olarak tanımlarız. Bu kişi, kendi görevi esnasında yakalanmış olsa -hatta yakalanmasa ama bir casusluk olduğu ortaya çıksa- onu 'akılsız' olarak niteleriz. Halbuki o, aslında zeki olduğu için bizim ülkemize gönderilmiştir; bizim güvenliğimizi etkileyecektir. (Güvenlik, güven duyma vb. gibi kavramlar, duygu kavramlarıdır ve ahlakın da argümanlarıdır. Bunun için Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi tablosuna bakılabilir). Şu halde, bu kişi bizim için casustur, ahlaksızdır ve akılsızdır. Ve yakalanmıştır. Çünkü bu yaftaları koyabilmek, onun yakalanması en azından yaptıklarının açığa çıkmış olması gerekir. Casusluk yaparak, bizim ahlak kurallarımıza karşı gelmiştir. Bu kişinin “akılsız” davrandığını söyleyebiliriz; ancak, “zeki olmadığını” söyleyemeyiz.

Buna karşılık, bizim 'casus' olarak nitelediğimiz aynı kişinin, kendi ülkesinde yapılan niteleme 'ajan'dır. Ve kendi ülkesi için zekidir, akıllıdır ve ahlaklıdır. Çünkü, kendileri için faydalı bir şey yapmakta olup yine kendileri için (en azından onu görevlendiren resmi örgüt için) ahlaksız bir davranış değildir.

Görülüyor ki, casus ve ajan aynı kişiye farklı tarafların yaptığı nitelemelerdir. Buna göre 'ahlak', o toplum tarafından kabul gören davranışlara bağlı olarak izafi/göreli kavram iken; zeka, bilgileri ilişkilendirme derecesine bağlı olarak izafi/göreli bir kavramdır.

Gerek zekanın, gerekse ahlak kavramının referans aldığı çıkış noktaları hem günlük hayattaki uygulamalara bakarak farklıdır, hem de beynimizin farklı yerlerinin ürünüdür. Tekrarlayacak olursak, zekâ, alın lobuna ait bir işlev iken, ahlak, beynin ortasında bulunan limbik sistem denilen bölümün bir işlevidir.

Nihai olarak, bir kişinin yapılan bir test sonucu ölçülen zekasının (hatta ortalamadan yüksek bir zekâya sahip) olduğunu varsayarsak bu kişinin konulan “davranış kurallarına uymasına” bağlı olarak 'ahlaklı' ve dolayısıyla 'akıllı', kurallara karşı gelmesine bağlı olarak 'ahlaksız' ve dolayısıyla 'akılsız' olduğunu söyleyebiliriz. Şu halde bu kişi, akıllı da davransa akılsız da davransa aynı zekâya sahiptir.

Daha da özetle aynı zekayı toplum yararına kullanmaya akıllı, zararına kullanmaya ise akılsız tabir ediyoruz. Onun içindir ki akıl ve zeka farklı kavramlardır.

Kurnaz olan bir kişi, ahlaki olmayabilir ama zekidir. Çünkü, o kurnazlığı veya zekayı kullanacak bilgi birikimi vardır. Onun içindir ki, Ezop'un, Grimm Kardeşlerin masallarında veya La Fontaine’nin fabllarındaki tilkiler kurnaz (zeki) ama ahlak kurallarına karşı gelen insanları temsil etmek üzere resmedilmişlerdir. Fabllardaki tilkiler cahil değillerdir.

Yine uç bir örnek verirsek, bir seri katilin onca cinayetine rağmen yakalanmamasına bağlı olarak "zeki bir adam" nitelemesi yapabiliriz ama “akıllı bir adam” ifadesi doğru olmayacaktır. Ve yine kanun boşluklarından yararlanarak vergi kaçıran kişiler, zekidir, kurnazdır ama onlar için akıllı nitelemesi yapmak doğru bir kullanım değildir. Bu kişiler için "akıllı adam" şeklinde bir tanımlama yapıyor olsak da böyle bir kullanım, alay etmek/hicvetmek, güvenilmez kişi anlamındaki kullanımdır.

Dolayısıyla çerçevedeki yazıda, “cahil” ile “kurnazlık” benzer kavramlar olarak değerlendirilmiş ve yanılgıya düşülmüştür. Çünkü, “kurnazlık”, sahip olduğu bilgi birikimini dolayısıyla zekasını ahlak kurallarına rağmen, kendi çıkarlarına kullanan kişinin davranışına yapılan nitelemedir. Bilgi birikimine sahip böyle bir kişi “cahil” olarak nitelenemez. Aynı kişi, bu menfaati, sadece kendisi için değil, kendisinin de içinde bulunduğu fayda göreceği bir grup veya topluluk için sağlamış olsaydı, bu defa 'kurnaz' ifadesi ile değil; "zeki", "ahlaklı" ve dolayısıyla “akıllı” bir kişi olarak nitelenecekti.

Erol


Doomsday Book (Kıyamet Kitabı), 3 farklı hikayeden oluşan 2012 yapımı bir Güney Kore filmidir. Her hikaye, kendi içerisinde insanlığın geleceğine yönelmiş imgesel bir bakış açısı taşımaktadır. Bu hikayelerin adları sırasıyla şu şekildedir:

A Brave New World (Cesur Yeni Dünya)
The Heavenly Creature (İlahi Varlık)
Happy Birthday (Nice Senelere)
    Yönetmenliğini Ji-woon Kim ile Pil-Sung Yim'in üstlendiği bu üç farklı hikayeden özellikle ikincisi blogun konseptine uyduğu ve diğer hikayelere kıyasla daha elle tutulur bir bilim kurgu zemini sunduğu için ön plana çıkmaktadır. Önce yayımlanmayacak iki hikayenin ana hatlarına ilişkin kısa açıklamalar ile başlayalım.

    A Brave New World, mutasyona uğrayan bir virüsün insanları zombi benzeri varlıklar haline getirdiği bir durumu işlemektedir. Bu klişe hikaye, özellikle başlardaki mizah anlayışı ve sondaki insanlığın belleğinin yine de varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği sorusu ile birlikte vasat olmaktan kurtulmaktadır. Kolaylıkla tahmin edileceği gibi, bu virüsün yayılması ile dünyada kaos hakim olmakta ve bir kıyamet senaryosu kendisini göstermektedir.

    Happy Birthday, diğer iki hikayenin aksine, fantastik denilecek bir senaryoya sahiptir. Babasının 8 numaralı bilardo topunun çatladığını gören minik kız, internetten bir bilardo topu sipariş eder, ancak sipariş ettiği site bir uzaylı sitesidir ve dünyaya 10 km çaplı bir bilardo topunu fırlatarak teslim edilmesine sebep olur. Görüldüğü üzere, ayağı sağlam bir hareket noktasına basmak yerine daha ipe sapa gelmez bir fikri benimseyen bu hikaye, yine bir kıyamet senaryosu olarak karşımızda dursa da, geri planda insanların kıyamete doğru giderken gösterdikleri tepkileri ve dünyanın sonunun gelme sebebinin belki de bu olağan dışı durum olmadığının, aksine, zaten kaçınılmaz bir son olduğunun altını çizme gayesini taşımaktadır.

    The Heavenly Creature, bu üç hikaye arasında felsefi derinliği ve bilim kurgusal gerçekliği ile ön plana çıkmaktadır. İleriki bir tarihte, belirli işleri yapmakla görevli robotların üretildiği bir dönemde geçen hikaye, bir tapınaktaki robotun aydınlanma yaşamasını konu edinir. Daha doğru bir ifade ile, tapınaktaki rahipler, robotun aydınlanma yaşadığını ve Buda olduğunu düşünürler ve robot fabrikasının da bu durumu teyit etmesini isterler. Oysa işler umulduğu gibi gitmez ve fabrika, bilinç geliştiren ve hatta kendisini Nirvana'ya ulaştıran bir robotu hoş görme eğilimi göstermez.

    Bu hikayede, öncelikle robotun rahipler ve fabrika yetkilileri ile giriştiği sohbetler oldukça önem arz etmektedir. Budizm felsefesinden izler taşıyan bu konuşmalar, gerçekten de bir robotun aydınlanma yaşayıp yaşayamayacağını düşündürtmektedir. Elbette ki, bu hikaye, engin bir alan olan bilim kurgu içerisinde kendisine özgün ve sarsılmaz bir yer edinemeyecek bir altyapıya sahiptir, bu bakımdan izleyicinin bir aydınlanma yaşaması mümkün değildir, ancak yine de, ele alınan konu ve bunun minimal işlenişinin zarifliği oldukça etkileyicidir.

    Kendi varlığını sorgulayan ve kendisine verilen bilincin ötesine geçen bir robot, bir anlamda bizlerin evrimsel süreçteki ilerleyişimizin ve artık bulunduğumuz noktanın birebir olmasa bile bir şekilde yansımasını içermektedir. Bununla birlikte, fabrika yetkililerinin bu bilinçten korkması ve bu bilinçli robotların insanların yerini alacağından çekinmesi, haklı bir tedirginlik olarak görülse de, Nirvana'ya ulaşan robotun buna verdiği karşılık oldukça dikkat çekicidir.

    Elbette ki "spoiler" olmaması adına birtakım bilgileri burada sunamayacağım, ancak filmin son sahnesi, tartışmaya açık ve bir o kadar da ilgi çekicidir.

    Tekrar edecek olursak, kusursuz ve orijinal bir senaryoya sahip olmasa da, doğrudan robot mekaniği ile felsefe arasında bir ilişki kurulmuş olması, filmin bu hikayesinin dikkat çekici yanıdır ve sırf bu açıdan bile göz atılmayı hak etmektedir. Hele ki Budizm gibi Uzakdoğu felsefelerinin izlerini görmek ve bu bakımdan klasik bir bilim kurgu ögesini irdeleme fırsatı sunduğu için oldukça değerli bir örnektir.

    Hayyam


    BILL COSBY’NİN BU CÜMLESİNİ DOĞRU KILAN FAKTÖRLER NEDİR?
    Elbette ki bu, bizim kişiliğimizle bağlantılıdır. Tüm insanları aynı biçimdeki davranış ve düşüncelerle memnun edemeyiz. Benzer şekilde, bulunduğumuz grubun içinden biri çıksa, kendimiz de dahil olmak üzere grubun tamamını memnun etmeye çalışsa, böyle bir şansı olmayacaktır. 

    Peki, bu neden böyledir? Aslında, hepimizde “irade” denilen mekanizma olduğu halde, sahip olduğumuz (!) bu irade mekanizması ile neden memnun olmuyoruz? 

    O zaman, hikayenin en başından, kişilik nedir? diye sorarak başlayalım.

    Kişilik denilen kavram; mizaç diğer adıyla huy, karakter, zekâ ve yeteneklerden meydana gelir. Kişilik, değişen dış uyaranlar (çevre şartları) ve iç uyaranların (ruh hali) o anki durumuna bağlı olarak bir veya birkaçını gösterdiğimiz ve sadece o kişiye ait olan binlerce davranış biçimimizin toplamıdır. Buradan şu anlam çıkmaktadır ki, bahsi geçen bu "binlerce" vasfın/özelliğin toplamının bire bir aynısını bir başka kişide görmek mümkün değildir. Onun içindir ki, birçok literatür, Dünya'daki kişi sayısı kadar kişilik olduğundan bahseder. (Düşüncelerimiz, akıl yürütmelerimiz, algılarımız, rüyalarımız vb. bilinçli ve bilinçsiz eylemler de “davranış” olarak adlandırılmaktadır).

    Kişiliği oluşturan argümanlardan mizaç (huy), genlerimizle gelen özelliklerimizdir. Otonom sinir sisteminin özelliği veya iç salgı bezlerinin az ya da çok çalışması gibi soyaçekimle gelmiş olan fizyolojik özelliklerimizin neden olduğu psikolojik tutumlarımızdır. Çabuk kızmak, sıkılmak, neşelenmek, öfkelenmek, hareketli ya da hareketsiz kalmak vb.

    Karakter ise, daha çok, çevrenin değer yargılarının, kişideki bedensel, duygusal ve zihinsel etkileriyle oluşan davranışlardır. Çocukluk çağımızdan itibaren aile, okul, içinde yaşadığımız toplum vb. çevre etkileriyle oluşur. Çocukluktan itibaren de gelişmeye ve değişmeye devam eder. Karakterimiz, içinde yaşadığımız kültüre bağlı olarak kişiliğimizin “değişebilen” kısmıdır. Söz gelimi, bundan yirmi sene evvelki bir davranışı/alışkanlığı, yıllar içinde farkında olmadan bırakmış veya tam tersi, otuz yaşımızda olmayan bir davranış veya alışkanlığımızın, yıllar içinde kazanıp elli yaşımızda ortaya çıkması örnek gösterilebilir.

    Bir başka örnek olarak, eskilerin düşüncesi ile, “büyüklerin karşısında sigara içilmez, bacak bacak üzerine atılmaz” gibi davranışlar, genlerin değil, kültürün oluşturduğu karakter özelliklerimizdendir. Gelenek-görenek, örf ve adetlerimiz ve dinlerin, bizlere kazandırdığı davranış alışkanlıkları da, kişiliğimizi oluşturan karakter özelliklerimizdendir. Kişiliğimizi tamamlayan diğer faktörler de, yukarıda ifade ettiğimiz gibi zekamız ve yeteneklerimizdir.

    Görülüyor ki, davranışlarımızı ve dolayısıyla kişiliğimizi belirleyen birincil faktör genlerimizdir. Bunun anlamı şudur. Siz, ne yaparsanız yapınız, sizi nasıl yetiştirirlerse yetiştirsinler, bizim beyin yapımızın da temeli olduğu için, genlerimizin müsaade ettiğinden daha fazlası olamayız. (Teknolojik herhangi bir müdahaleyi kastetmiyoruz. Hele gelecekte, beyne harici yapılacak modülasyonlarla, beynin neler yapabileceği konusunu henüz bilmiyoruz). Eğer, doğduktan sonra yetişme, beslenme, kültür gibi faktörler ile istediğimizi olabilseydik, hepimiz birer Beethoven, birer Einstein, birer Leonardo Da Vinci olurduk. Diyebilirsiniz ki, bunlar birer yetenek ve dolayısıyla kişiliğimize dahil edilemezler. Tanımımıza göre bunlar da kişiliğimizin bir parçasıdırlar. Çünkü, yetenekler de, şu veya bu şekilde size ait davranış kalıplarıdır ve sizin ürettiğiniz her şey sizin kişiliğinizin parçasıdır. Yetenek de olsa, gösterdiğiniz bu davranış başkasının değil sizindir. Bir insanın düşünme biçimi de dahil olmak üzere o kişi ile ilgili her şeyin toplamı, o bireyin kişiliğini oluşturur. Hatta, o kişinin, kendisinin bile farkında olmadığı, başkaları tarafından fark edilen davranışları dahi onun kişiliğidir. Söz gelimi, kişinin kendisinin farkında olmadığı bir tik  onun kişiliğinin bir parçasıdır.

    Kişiliğimizin birincil faktörü deyip genlerimize tekrar dönecek olursak şunları söyleyebiliriz. Daha sperm ve yumurta iken başlayan bu süreç,  sonraki zamanda, anne karnında iken, annenin yaşam biçimi, yediği-içtiği, yaşadığı stres de dahil, kişiliğimizi biçimlendirmeye devam eder. Doğduktan sonra, içinde bulunduğumuz coğrafya, ebeveyn ve çevremizin bizi yetiştirme ve yetişme şekli, koşullanmalarımız beynimizde, genlerimizin temelini oluşturduğu nöronal bağlantıların (beyin hücreleri arasındaki bağların) kurulmasında rol oynar.

    Bunun anlamı şudur. Herhangi iki kişi alalım. Beyinlerinin aynı yerindeki on adet sinir hücresine baktığımızda, her iki kişideki sinir hücrelerinin birbiri ile kurduğu sinir uzantılarının (akson ve dendritler) farklı olduğunu görürüz. Diğer bir deyişle, bir olay olduğunda kişilerden biri için beyinde A sinir hücresi B sinir hücresine sinyal gönderirken, aynı olay için diğer kişide A sinir hücresi C sinir hücresine sinyal gönderir. Bunun nedeni, genler de dahil olmak üzere, anne karnında başlayan bu yolculuğun, yukarıda sayılan diğer faktörlerin de etkisiyle, iki farklı kişide beyninin aynı yerindeki aynı beyin hücrelerinin birbirleri ile, farklı sinirsel bağlantılar kurmasıdır. Bu bağlantı farklılıklarını sadece bir kaç beyin hücresi için değil, beynimizdeki 100 milyar (son araştırmalara göre 86 milyar) hücre ve bunların birbirleri ile yaptığı trilyonlarca bağlantının karmaşıklığını ve de bu bağlantıların benzemezliğini düşünürsek, aynı olayın, iki farklı kişi için bire bir aynı şekilde algılanması imkansızdır. Farklı bağlantılar, farklı kişilik tipolojilerini oluşturmuştur. Tabii ki bu benzemezliği yaratanın nedeni olarak sadece bağlantıları değil, aynı zamanda, hormonlarımızdaki ve  daha yüzlerce etkene bağlı farklılığı düşünecek olursak, neredeyse sonsuz algılar dizisi (sekans) ve buna bağlı olarak da başkalarına benzemeyen düşünceler ve davranışlar ortaya çıkacak demektir. Gerek duygusal gerekse mantıksal çatışmaların nedeni de budur. Çünkü, kişilerin de doğruları farklı olacaktır.

    Sadece, tek bir beyin sinir hücresinin, diğerleri ile 1000 ila 15.000 arasında bağlantı kurmak üzere kablo oluşturduğunu da ilave edersek, hiç bir insan beyninin bu muazzam bağlantı farkından dolayı diğeriyle aynı olmadığını, bunun da anlamının, aynı olay karşısında farklı iki kişinin beyinlerindeki sinyallerin birbirine hemen hemen hiç benzemediği düşüncesi bir kere daha ortaya çıkar.

    Peki bu faklılıklar ortaya ne çıkartır? Beynimizde, irademizin dışında olan bağlantılar, yukarıda da söylediğimiz gibi, aynı olayları farklı algılamamıza neden olur. İki ayrı kişinin baktıkları aynı “kırmızı” bile farklı olacaktır. Bunu şu şekilde örneklemeye çalışalım. Sizin ve arkadaşınızın aynı marka ve model (tüm ayarları aynı) cep telefonları ile, bulunduğunuz yerden arkadaşlardan oluşmuş bir grubun resmini çektiğinizde, çekilen resmin hafızada farklı miktarda yer kapladığını göreceksiniz. Çünkü, çekim esnasında, sizin cep telefonu ile sizden bir metre uzakta olan arkadaşınızın cep telefonunun farklı konumlarından dolayı, cep telefonlarının algıladığı ışık, çekilmeye çalışılan gruba bakış perspektifi, resimler çekilirken ekrana düşen görüntünün diğerine göre biraz kayması, gölge miktarlarındaki farklılık  ve bir çok etkenden dolayı bu fark ortaya çıkacaktır. Kaldı ki beyinlerimiz, cep telefonları gibi, birebir aynı sistem olarak çalışmazlar. Aynı bir olay, beyindeki bu farklı yapıdan dolayı kimimize hoşnut verici olarak gelirken kimimize daha az hoşnut veya nötr hatta tehdit olarak gelebilir. Beynimizin farklı bağlantılarına, bir de o anki ruh halimizi (hormonlar vb.) düşünürsek bu çeşitlilik daha da artar. Kaldı ki, beynimiz, on gün evvelki gördüğümüz görüntüleri bile, bilgisayarın sabit diskinde tuttuğu gibi sabit tutmamakta, görüntüleri veya olayları geçmiş yaşantılarla ilişkilendirdiği için, sabit sandığımız belleğimizde görüntü veya düşünceler, nüans anlamında devamlı değişmektedir. Hatta, şunu söyleyebiliriz ki, geçmişteki bir anımızı, hatırlamak için gözümüzün önüne her getirdiğimizde, bu anının içeriğinin bozulduğu deneylerle anlaşılmıştır. Zamanla, bazı şeyleri gördüğümüzden emin olmaktan öte gördüğümüzü sanmaya başlarız. Onun içindir ki mahkemelerdeki şahitlikler zaman zaman yanılgılara, suçsuz bir kişinin suçlanmasına veya tersine neden olabilmektedir.

    Kişilere göre farklılaşan beyin yapılarının, farklı anıların, farklı algıların ve değerlendirmelerin dolayı “renkler ve zevkler tartışılmaz” ifadesi bu anlamda yerini bulmuştur.

    Onun içindir ki bir kişiye bir roman güzel gelirken diğerinin ilgisini çekmez. Çünkü, beynin genlerle başlayan, anne karnında devam eden, içindeki kültürle oluşan size özel bu beyin bağlantıları, hayatı, her birimizin farklı ALGILAMASINA neden olur. Hatta aynı filmi/romanı, yıllar sonra tekrar izlediğimizde/okuduğumuzdaki farklı anlamlandırma, beyindeki bilgi yükünün ve bağlantılarının zaman içinde değişmesindendir. Farklı algılar, farklı kararlara neden olur. Siz ne kadar bilincinizle düşünür ve iradenizle kendiniz ve hiç kimsenin etkisi altında kalmadan karar aldığınızı söyleseniz de bu doğru değildir. Çünkü, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, farklı bağlantılar farklı algılara neden olur. Algılar ise, bizim karar vermemizdeki, doğru olduğuna inandığımız yegane verilerdir. Bu veriler olmadan karar diye bir olgudan bahsedemeyiz.

    Diğer taraftan, beynin bağlantılarından dolayı algıların farklı olduğunu ve bu algıları da irademizle farklılaştıramayacağıma göre, kullanabileceğimiz ve doğru olduğuna inandığımız bu verilerden, doğru olduğuna inandığımız yeni kavram veya kavramları çıkartmaya çalışırız. Şu halde, doğru olduğuna inandığımız kararlarımız, algılarımızla sınırlıdır. İşte bu algı sınırlamasından dolayı, Afrika'da, hiç bilmediğimiz bir meyvenin tadını bize anlatmaya çalıştıklarında, bildiklerimizle diğer bir deyişle bahsettiğimiz bu algı sınırına kadar düşüncelerimizi çeşitlendirir ama daha ötesine geçemeyiz. Yapılacak yegane şey, o meyveyi yemek ve beynin bu tadı deneyimlemesi ile, beyinde buna karşılık yeni bağlantılar (anılar) oluşturması veya daha önceki yerleşik diğer bilgilerle karşılaştırarak, bilgilerin beynimize yerleşmesidir. İşte bundan sonra, size, Afrika'daki o meyvenin tadı başka biri tarafından anlatılmaya çalışılsa beyninizdeki bilgileri çıkartıp anlamaya çalışırsınız (hatırlarsınız).

    Bu arada yukarıdaki "doğru olduğuna inandığımız" ifadesi ile, inandığımız o şeyin doğru olmayabileceğine, ama biz doğru olarak kesin inanç gösterdiğimizi anlatmak istiyoruz. Algılarımız da, beynin kendi yolculuğu neticesinde elde ettiği bağlantı şeması ile sınırlıdır. 

    Konumuzu çok basit olarak şu şekilde modellemeye çalışalım. Bildiğimiz üzere adına LEGO denilen, birbirine geçirilerek çeşitli şekiller yapılan küçük ve renkli parçalardan oluşan bir oyuncak seti vardır. Bu parçalar, farklı renkte oldukları gibi aynı zamanda, farklı şekil ve boyuttadırlar. Herhangi iki kişiye, farklı renk, şekil ve boyutta olmak üzere 1000'er adet Lego parçası verdiğimizi düşünelim. Bu iki kişiden, olabildiğince tıpa tıp benzeyen aynı birer ev yapmalarını isteyelim. Bu mümkün olmayacaktır. Evin şekli bire bir benzese de, evlerden birinin balkonu için kullandığı lego parçası farklı renkte olacaktır. Bunun nedeni her iki kişiye dağıtılan Lego parçaları, bire-bir aynı olmadığı içindir. Görülüyor ki, beynin farklı bağlantı yapısı da legolar gibidir ve aynı olayı aynı duygusal durumla algılayıp aynı kararları alma şansımız mümkün görülmemektedir.

    Kimimize, uygun ve hoş gelen bir şey, kimimiz için uygunsuz ve tehdit olarak görülebilir ve bunun da salt bilinçle bir ilgisi yoktur. Yoktur çünkü, bizler karar verirken, sadece o andaki gördüklerimiz ve duyduklarımıza göre karar verdiğimiz zannederiz. Halbuki, o andaki olayla ilgili değerlendirme yapılacak bilgiler beynimizin içindedir ve kişiden kişiye göre farklı şekillenmiştir.

    Şu halde, aynı olay, düşünce ve davranışla herkesi mutlu edip başarılı olma şansımız mümkün değildir. Daha önce de belirtiğimiz gibi neredeyse yeryüzündeki insan sayısı kadar kişilik çeşidi olması bunu mümkün kılmayacaktır. Yukarıda, binlerce değişkene bağlı olarak yaratılan algı farklılığı yanına, mutlu etmeye çalıştığımız grubun içinde herkesin bizi aynı değerde sevdiğini söyleyemeyiz. Şu halde, algı farklılığı yanında, grubun fertlerinin bize bakış açılarındaki farklılıklar da herkesi mutlu etme ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.

    Peki bunca algı ve davranışlara bakarak karar verirken bunların hangisinin MUTLAK DOĞRU olduğunu nasıl anlayacağız? Bence bu sorudan çok önce şunu sormak lazım. DOĞRU dediğimiz şey nedir? Doğrunun tanımını yapmaya başladığınız şu an, yukarıdaki yazıyı unutmuş görünürsünüz. Çünkü, tanımlamaya çalışacağınız doğru, sizin algılarınızın doğrusu olacaktır.

    Son cümle olarak, Bill Cosby doğru bir saptamada bulunmuş görünüyor.




    Erol