İslam'a hakaret suçlamasıyla 2012 yılından beri hapiste olan ve geçen yıl yargı süreci tamamlanıp toplamda 10 yıl hapis, 1000 kırbaç ve 266.000 dolar para cezası alan Raif Badawi'nin 1000 kırbaçlık cezası 20 hafta boyunca her Cuma günü cuma namazının ardından 50 kırbaç vurularak tamamlanacaktı. İlk 50 kırbaçlık ceza ise 9 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirilmişti.

Ancak bu 50 kırbaçlık cezadan sonra, Badawi'nin geri kalan kırbaç cezaları hakkında bir haber gelmedi. Diğer bir deyişle, Badawi'nin kalan 950 kırbaçlık cezası yıl başından beri uygulanmamış gibi görünüyor. Bunun ise açıklanan bir sebebi yok.

İşte tam bu noktada iyi bir haber, daha doğrusu umut ışığı İsviçre Dış İşleri sekreteri Yves Rossier'in İsviçre'in Fribourg kentinde günlük olarak yayımlanan La Liberté gazetesine verdiği demeçte doğuyor. Yapılan açıklamaya göre, Badawi'nin kırbaç cezası askıya alınmış durumda.

Ancak Uluslararası Af Örgütü'nden bu durumu onaylayan bir haber henüz gelmiş değil.

CBC'nin haberine göre ise, Rossier şu şekilde umutlu haberi veriyor:
"Devletin başı Kral Salman bin Abdulaziz Al Saud'un isteği üzerine kraliyet affı için çalışmalar yapılıyor."
Elbette ki resmi herhangi bir duyum veya açıklama yok bu konu üzerine, ancak yine de Badawi ve politik sığınma talebiyle Kanada'da bulunan eşi Ensaf Haidar ile 3 çocuğu açısından yine de önemli bir umut ışığı.

Hayyam

İÇİMİZDEKİ MAYMUN
(Biz Neden Biziz?)
Uzun yıllardır primatlar üzerine araştırmalar yürüten Frans de Waal, bilhassa en yakın akrabalarımız olan şempanzelere ve onlardan daha az tanınan, uzun zamandır ihmal edilmiş ve unutturulmuş bonobolara ilişkin gözlemlerini aktarıyor. İçimizdeki Maymun hayvanlara ilişkin klişeleri somut gözlemler ve ilginç anekdotlar aracılığıyla altüst ederek bizi insan doğası konusunda bir kere daha düşünmeye davet ediyor.

Metis Yayıncılık, 264 s., 2008
[Frans de Waal: İçimizdeki Maymun]
- o -
BONOBO ve ATEİST
İçimizdeki Maymun'da insan doğası hakkındaki önyargıları altüst eden de Waal, bu kez gözlemlerini evrimci biyoloji ve ahlak felsefesi bağlamına taşıyarak eşsiz bir argüman inşa ediyor. İnsan ahlakı denilen şeyin gökten zembille inmediğini, "içten geldiğini" savunuyor: "ahlaki davranış ne dinle başlamıştır, ne de dinle biter; evrimin ürünüdür." Hayvanlarla aramızdaki bağlar üzerinde duran de Waal, ahlakımızı aşağıdan yukarı doğru açıklamaya çalışıyor. Dinin ahlak üzerindeki rolünün sonradan gelen bir rol olduğunu, işbirliği ve empati gibi doğal içgüdülerimize ek olarak ortaya çıktığını öne sürüyor. Ve bu bağlamda, günümüzde dinin toplumun işleyişi açısından nasıl bir rol oynadığını sorguluyor.

Metis Yayıncılık, 260 s., 2013
[Frans de Waal: Bonobo ve Ateist]
- o -
KÖKEN AĞACI
İnsanlaşmanın ardından gelen 2 milyon yılın izini süren bu kitapta bir çok primat uzmanı, aşktan töre cinayetlerine, insan davranışlarının evrimsel kökenini araştırıyorlar. Australopiteklerden bu yana birçok farklı insan türü evrimleşti, ancak bunlardan sadece biri günümüze kadar yaşayabildi: Bizler, yani Homo sapiens. Şüphesiz insanlar diğer primatlardan çok farklıdır. Bu fark nereden gelmektedir? Evrimin hangi aşamasında diğer primatlardan radikal olarak ayrılmaya başladık? Hem dişinin hem de erkeğin rastgele cinsel ilişkide bulunmayı bırakmasına yol açan çiftler arasındaki bağın evrimini nasıl açıklayabiliriz? Bu ayrışmada genetik, çevresel ya da kültürel faktörler ne kadar rol oynadı? 

Köken Ağacı bu soruların yanıtlarını irdeleyen bilimsel bir çalışmaların bir özeti.
"Geçtiğimiz birkaç on yılda primat davranışları araştırmalarında büyük ilerlemeler elde edildi. Bu kitapta dünyanın en seçkin uzmanları bunların insan evrimini hangi yönde aydınlattıklarını anlatıyor."
Jane Goodall

"Büyüleyici bir derleme…" 
Laura Spinney, New Scientists

İster insanın kökenlerini merak ediyor olun, ister diğer hayvanların yaşamlarını; bu kitap, doğadaki en yakın akrabalarımızla ilgili şu anki görüş ve araştırmaların harikulade bir bileşimi.Susan Okie, Washington Post Book World
Alfa Yayıncılık, 370 s., 2013
[Frans de Waal: Köken Ağacı]
- o -
Frans De WAAL (Yazar)
1948 doğumlu Hollandalı psikolog, primatolog, etolog. 1975'te hayvanat bahçesinde dünyanın en büyük şempanze kolonisi üzerine altı yıllık bir çalışma başlattı. Bu proje, pek çok bilimsel makale ve Chimpanzee Politics (Şempanze Siyaseti) adlı bir kitapla sonuçlandı. 1981'de Wisconsin Ulusal Araştırma Merkezi'nin davetini kabul ederek ABD’ye taşındı. Burada, maymunların uzlaşmacı davranışları üzerine deneysel ve gözlemsel araştırmalar yürüttü.1989 tarihli Peacemaking Among Primates (Primatlarda Arabuluculuk) adlı kitabıyla Los Angeles Times kitap ödülü'nü aldı. 1980'lerin ortalarında Yerkes Ulusal Primat Araştırma Merkezi’ndeki şempanzeler ve San Diego Hayvanat Bahçesi’ndeki bonobolarla çalışmaya başladı. Araştırmalarında, primatlarda yemek paylaşımı, toplumsal ilkeler ve sorun çözme yöntemlerinin yanı sıra, insan toplumunda ahlak ve adaletin kökenleri gibi konulara odaklanan De Waal, 1991'den beri çalışmalarını Atlanta'daki Emory Üniversitesi'nin psikoloji bölümünde Yerkes Araştırma Merkezi'nde sürdürüyor.

Erol
MIT profesörlerinin gömdüğü zaman kapsülü bin yıl
boyunca içindeki materyalleri koruyacak şekilde tasarlanmış.
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde yapılması planlanan yeni bir bina için temel arayan ekip, kazı çalışması sırasında 1957'de gömüldüğü anlaşılan bir zaman kapsülü buldu. Enstitü yönetimi, kapsülü gömen profesörlerin isteğini yerine getirmeye ve kapsülün 2957 yılına kadar açılmamasına karar verdi.

"MIT akılcı ve gelecek odaklı olmayı sever, fakat bu oldukça duygusal bir aktivite ve tatlı bir an."

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) Müzesi Koleksiyon Direktörü Deborah Douglas, kampüsteki kazı çalışmaları sırasında bulunan zaman kapsülünü neden açmamaya karar verdiklerini Inverse'ten Jacqueline Ronson'a böyle anlatıyor.

1957'de gömüldüğü anlaşılan zaman kapsülünün içerisinde, dışarıdan bakıldığında görülecek şekilde "2957'ye kadar açmayın" notu dikkat çekiyor.

Kapsülün İçinde Ne Var?

Enstitü başkanı James R. Killian Jr. (solda) ve elektrik
mühendisliği profesörü Harold Edgerton kapsülü gömüyor.
Müze çalışanlarının zaman kapsülünün içerisinde neler olduğuyla ilgili tahminleri var. Kavanoz açılmasa da içerisindeki döküman ve diğer şeylerin bin yıl boyunca bozulmayacak şekilde tasarlanması, müze çalışanlarına hikâyenin parçalarını bir araya getirmelerinde yardımcı oluyor. MIT arşivlerinde yapılan taramalar sonucunda çıkarılan görüntülerde, profesörlerin kavanozu doldurdukları ve gömdükleri anlar görülüyor. 1957'de medyaya yansıyan haberlere göre, MIT laboratuvarlarında üretilen cam kavanoz, içindeki materyalleri korumak amacıyla argon gazıyla dolduruldu. Yine aynı haberlere göre kapsülün içerisindeki materyallerden ikisi, MIT'de 1957 yılının en önemli teknolojik edinimleri arasında gösterilen ufak bir şişede sentetik penisilin ile devrimsel bir elektronik parça olarak tanımlanan ve aşırı iletkenliği yönetmeyi sağlayan bir kriyotron.

Profesörler, zaman kapsülü içerisine koydukları bir mektupta, amaçlarını şöyle açıklıyor:

Profesörlerin cam kavanoz içine koyduğu
mektuptan bir bölüm
"Önümüzdeki bin yılda dünyayı ne bekliyor tahmin edemeyiz ya da sizlerin bizim zamanlarımıza bir bilim çağı olarak saygı duyup duymayacağınızı da. Emin olduğumuz şey şu ki; sizler evren ile ilgili daha büyük bir kavrayışa sahip olacak ve bizler bu ilerleyişe bir katkı yapmış olacağız. Sizlere bilginin peşinde süregiden başarılar diliyoruz."

Bilinen En Az 8 Zaman Kapsülü Var

MIT'de zaman kapsülleri bir nevi gelenek. Enstitü kampüsünde gömülü olduğu bilinen en az 8 kapsül var. MIT müzesinin yönetimi, kapsülü daha uzun süre korumak için neler yapılabileceğini araştırıyor. Kapsülün müzede sergilenmesi ya da yeniden gömülmesi gündemde.


ÇIRAK RESSAM VE TABLOSU
Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına ”Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?” demiş.

“Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma” diye ilave etmiş.

Öğrenci, birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.

Öğrenci, resmi yeniden yapmış. Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş.
Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş.
Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.

Usta ressam şöyle demiş:

“İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde, onlardan müspet, yapıcı, olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi.”

– Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.
– Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.
– Asla bilmeyenle tartışma.

HİKÂYENİN NÖROBİYOLOJİSİ 
Bir hikâyenin de nörobiyolojisi olur mu diye düşünmeyiniz. Bırakınız sadece hayatın bizzat içindeki olayları, okuduğunuz bir roman, seyrettiğiniz bir film, başlama saatini kaçırmadan beklediğiniz bir dizi dahi beynimizde, sanki gerçek hayattaymışçasına kendi işlerliğini yaratır. Biz de, yukarıda okuduğunuz hikâye ile beynimizde neler olup bittiğine biraz içeriden bakalım istedik.

İyi davranışlarıyla bildiğimiz bir tanıdığımız veya arkadaşımızın, bilerek veya bilmeyerek bize yaptığı yanlış bir davranış sonrası, onu, ya tehdit olarak algılarız ya da davranışlarımızla belli etmesek de ona karşı daha temkinli oluruz.

Sınavlarda bile klasik bir söylem haline dönüşen "üç yanlış bir doğruyu götürür" iken, nasıl oluyor da günlük hayatımız içinde bir yanlış üç doğruyu hatta on doğruyu hatta ve hatta koca bir hayatın doğrularını götürebiliyor?

Eğer böyle bir olgu, hemen hemen bütün kültürlerde görülüyorsa, bir kişinin, bize karşı birden fazla doğru davranışına karşılık, tek bir yanlış karşısında ona karşı olan güvensizliğimizin <kökeni> yaşadığımız kültürün bize olan bir "öğretisi" değil, aksine bu olgunun kökeni "doğuştandır". Karşımızdakinin tek bir yanlışını bile doğrularından daha fazla önemseyen yer, beynimizin ortasındadır. Duygusal beyin denilen, diğer adıyla limbik sistemin bir parçası olan "amigdala" isimli badem büyüklüğünde ve şeklindeki iki adet (her biri, beyin yarıkürelerinden birinde olmak üzere) oluşum, bu ayırt edici önemli görevi yüklenmiştir. Yine, kabaca şakaklarımızın hizasında ve beyin yüzeyinden biraz derinlerde bulunan "insula" isimli oluşumlar da (her iki beyin yarıküresinde olmak üzere) benzer fonksiyonlar için amigdalaya destek verirler.

Günlük hayatta, bize karşı yapılan tek bir yanlışın, birçok doğruyu götürmesine karşılık oluşan güvensizlik, düşüncelerimizin değil, aksine, hemen hemen düşüncelerimizden bağımsız çalışan bu iki beyin organeli ile oluşmaktadır. Bunun da nedeni, insanın bugünkü durumuna gelinceye kadar, o bireyin var olabilmesi ve bunu sürdürebilmesi için karşılaştığı tehlikelerin ve tehditlerin, karşılaştığı olumlu hallerden çok fazla oluşu ve buna bağlı olarak bu türden tehlikelere ait bilgilerin evrimsel süreçte, amigdalada ve insulada depolanmasından dolayıdır.

Bir başka türlü söylemek gerekirse, beynimizdeki bu iki unsur ile, sadece bizim karşılaştığımız tehdit ve tehlikeleri değil, bizim, binlerce hatta birkaç milyon yıl evvelki atalarımızın maruz kaldığı tehlike ve tehditleri bugün bile, sahip olduğumuz beynimizde taşıyoruz demektir. Eğer bu tür hazır bilgiler, doğuştan gelmemiş olsaydı, bizlerin, doğduğumuz andan itibaren hayatta kalma şansı olmaz varlığımızı sürdüremezdik. Çünkü, korku, kaygı, cinsellik, rekabet, psikolojik savunma mekanizmalarımız ve daha bir çoğunu, içinde bulunduğumuz kültürle öğrenmeyiz. Bir başka deyişle korku, kaygı, rekabet vb. olguları, hiç yokken, öğrenme ile bir bireyde oluşturamayız. Yapabildiğimiz yegâne şey, doğuştan yani genlerimizle atalarımızdan gelen bu birikimlerin depolandığı amigdala ve insuladaki ilkel bilgileri, öğrenme dediğimiz fonksiyonla yeniden yapılandırmamız, yönlendirmemiz veya çeşitlendirmemizdir. 

Yeniden yapılandırmak derken korku veya kaygısı fazla olan bir kişinin terapötik olarak korkularını azaltmak, bunları yönetebilmeyi öğrenebilmek veya tam aksine davranış olarak, küçükten itibaren çocukları daha kolay yönetmek adına yapılan yanlış davranışlarla onları korkutarak, korku kavramını pekiştirerek, çoğaltarak, sembollere bağlı olarak korku kaynakları yaratmaktır.

Bu arada, amigdala ve insula gibi oluşumlarda sadece bizler için fiziksel tehdit ve tehlikelere karşı değil, aynı zamanda dışlanma, aşağılanma vb. davranışlar için de korumaya programlanmışlardır.

Hikâyedeki konuya geri dönecek olursak, kişilerin, ressamın tablosundaki hataları bulmalarının amacı bir başka deyişle bizlerin, başkalarındaki hataları bularak-ki bu hatalar doğru da olabilir yanlış da- kendi varlığımızı sürdürme çabasıdır. Çünkü bizi, bu davranışa iten bilincimiz değildir. Elbette ki yetişme ve yetiştirilme şeklimizle (kültürle) etkilense de kökeni her halükarda amigdala ve insuladır. 

Başkalarındaki eksik ve hataları kendi lehimize kullanarak yaratılan rekabet, bilincimizin değil, amigdalanın bir fonksiyonudur. Rekabet etmek, kendi varlığımızın, varoluşumuzun bize hatırlatması olup, bu rekabet bize "yaşama sevinci" verir. Böyle bir durumda da yine bilincimizden hemen hemen bağımsız çalışan ve gözlerimizin hizasında bulunan iki adet oluşum olan "nucleus accumbens" isimli beyin oluşumu devreye girer. Nucleus accumbens, karşı tarafa getirdiğimiz eleştiri olumsuz dahi olsa "mutlu" olur. Nucleus accumbens, bizim ödül merkezimizdir. Onu (dolayısıyla bizi) mutlu eden şeyin, olumlu veya olumsuz olması umurunda değildir.

Hikâyede, tabloya, eksiklerin tamamlanması için, kişilerin fırçayla düzeltme gayreti içine girmemelerinin nedeni, yine düşünen beynimizle beraber beynimizin iki yarıkürelerinin karşılıklı bakışımlı olduğu yerlerdeki "anterior singulat korteks" ve beynimizin önündeki bir kısım olan "medial prefrontal korteksin" devreye girmesidir. Bu kısımlar, aynı zamanda, Freud'un "süper ego' dediği ve ahlaken bizi frenlediği yerlerdir. Çünkü, resimdeki hataları görsek de, resim becerimiz yoksa, o resimde bir değişiklik yapmamamız gerektiğini söyleyen yer de singulat korteks ve bağlantılı beyin sistemleridir.

Görülüyor ki, sadece bir hikaye gibi algılayıp, okurken bile görme işlemleri, duygularımız da dâhil beynimizin bir çok yeri devreye girmektedir.

Şu soru sorulabilir. Peki, bizler beynimizin bu anlamda duygusal esiri miyiz? Eğitim denilen olgu ile yine "duygusal zeka" adı verilen süreçleri belli ölçüde daha makul ve iradi olan davranışlara çevirme çabasına elbette ki giriyoruz. Diğer bir ifade ile duygularımızı belli ölçüye kadar yönetebiliriz. Ancak, beynimizdeki nöronal ağların bağlantıları yirmili yaşlara kadar devam ediyor da olsa, bizlerin hayatında temel faktör olan duygusal davranışlarımıza ait bağlantılar altı, sekiz haydi bilemediniz on ikili yaşlara kadar kişiliğimizi oluşturacak şekilde tamamlanmış oluyor. Bu bağlantılarla beraber oluşan gelenek-görenek, örf-adet ve din gibi "inançlarımızı" dahil edebiliriz. Bu bağlar kurulduktan sonra, bir daha kolay kolay geri dönüş olmuyor. Gelecekteki mutlu günlerimiz, kaygılarımız ve depresyonlarımızla potansiyel bir kişilik oluşturuyoruz.

Eğer, hikâyedeki böyle bir tablonun yanından geçtiğimizi düşünürsek ve daha mutlu bir kişilik potansiyeli ile yetişmiş isek, tabloda daha az hata bulurduk. Ve varsa da bu hataları tablonun sahibine uygun bir üslupla bildirirdik. Buna karşılık, kaygı ve depresyonu barındıran bir kişilik ile yetişmişsek, tabloda bulacağımız hataların sayısı -ki bunların bazıları hata bile değildir- daha çok olacaktır. Bu hataları bildirme üslubumuz dahi biraz daha sert olacaktır. Tablodaki hataları, kendi üslubu içinde sert bir şekilde karşı tarafa bildirmesi, o kişinin yaşam enerjisi olacaktır. Bir başka deyişle, böyle bir kişi için bu hataları kendi üslubuyla bildirmek, kendi varlığını hissetmesi için lazım olan yakıtı sağlar. Bunun nedeni, alnımızın arkasındaki düşünen beyin (prefrontal korteks) tarafından yönetilemeyen duygumuz (amigdala), kişiyi büyük ölçüde ele geçirip, onu yönetecektir. Amigdalanın buradaki amacı, küçüklükte, yetişmeye bağlı olarak duygusal olgunluğa erişmemiş kişiliğin, ne olursa olsun bir fert olarak hayatta kalmayı sürdürme mücadelesidir. Bu kişilerin özgüvenleri daha azdır. Özgüven eksikliğini saklamak için kişi (bunun farkında değildir, çünkü, davranışların düşünen beynin elinden nispeten alındığını, ilkel beyin olan duygusal beyne yani limbik sisteme aktarıldığını ifade etmiştik) başka davranışlarla abartılı davranışlara girer. Kendi yaptıklarının görülmesini ister, kendisini över, övülmesini ister. Böyle kişiler için unvanları daha da önemlidir. Kendilerini tanıtırken, unvanlarını da eklerler. Buna karşılık, olumlu kişi, kendi varoluş nedenine ait yaşam enerjisinin büyük bir çoğunluğunu kendi iç dinamizminden alır. Çünkü bu kişi özgüveni ve uygun olumlu sosyal ilişkileri ile beraber "kendisine yeten bir kişidir".

Erol


Bir kafede oturuyor, çayınızı yudumluyorsunuz. Tanımadığınız bir kişi geliyor ve size, hiç karşılıksız 10 Dolar teklif ediyor. Parayı alır mıydınız? Merak etmeyiniz, size teklif edilen paranın tamamen kanuni diğer bir ifadeyle legal olduğundan emin olabilirsiniz. Bir kandırmaca yok. Evet, sorumuzu tekrar edelim. Hiçbir şey yapmadan, bir emek sarf etmeden, oturduğunuz yerde size teklif edilen 10 Doları alır mıydınız?

Bir deney için “denek” arandığını bildiren bir üniversitenin ilanına başvuruyorsunuz. Deneye dâhil olmak üzere gittiğiniz üniversitede sizi psikoloji laboratuvarına alıyorlar, bir masaya oturtuyorlar. Karşınıza da, daha evvel hiç görmediğiniz, tanımadığınız, aynı ilana başvurup gelmiş bir kişiyi oturtuyorlar.

Odaya, deneyi yapacak olan beyaz önlüklü bir akademisyen giriyor. Akademisyen, karşınızda oturan kişiye 100 Dolar veriyor. Sonra da kuralı söylüyor.

Kural şu: Karşınızdaki kişi, elindeki 100 Doların istediği bir miktarını paylaşmak üzere size teklif edecek. Siz de, teklif edilen bu miktarı isterseniz kabul eder, isterseniz etmezsiniz. Tamamen size kalmış.

Karşınızdaki kişi size, varsayalım ki 1 Dolar teklif edebileceği gibi, 3 Dolar, 5 Dolar, 25 Dolar, 40 dolar vb. teklif edebilir. Seçim tamamen karşı tarafa kalmış. Size teklif edilen miktarı siz kabul ederseniz, geri kalan kısım da karşınızdaki kişinin olacak. Karşı tarafın ne kadar teklif edeceği konusunda sizin söz hakkınız yok. Eğer siz, size teklif edilen miktarı kabul ederseniz, teklif edilen para miktarı sizin, kalanı da teklif edenin (karşınızdaki kişinin) olacak. Böyle bir durumda deney bitecek, iki taraf da parasını alıp evine gidecek.

Ancak, bir kural daha var. Eğer, karşınızdaki kişinin teklif ettiği parayı beğenmez ve kabul etmezseniz, deney yine bitecek. Beyaz önlüklü akademisyen, verdiği 100 Doları, geri alıp gidecek. Ne siz, ne de karşınızdaki kişi para alamayacaksınız. Yani, ne kadar teklif edeceği, karşınızdakinin, bu teklif karşısında her iki tarafın para alıp almama kaderi de sizin elinizde.

Deneyi özetlersek, karşınızdaki kişiye bir akademisyen tarafından belli bir miktar (100 Dolar) para verilecek, bu kişi de kendisine verilen paranın,-sizin hiçbir müdahaleniz olmadan istediği bir miktarını, size teklif edecek. Eğer siz, teklif edilen miktarı beğenir ve kabul ederseniz, teklif edilen miktarı siz, kalan miktarı da karşı taraf alacak. Eğer, size teklif edilen miktarı kabul etmezseniz, her iki taraf da tek kuruş (cent) alamadan evlerine gideceklerdir.

Bedavadan, hiçbir emek sarf etmeden para kazanabileceğiniz ve kuralları belli olan bu oyuna “Ültimatom Oyunu” adı verilir.

Şimdi oyuna geçelim. Karşınızdaki kişi, elindeki 100 Doların 99 Dolarını kendisine ayırsa size de 1 Dolar verse kabul eder misiniz? Peki, kendisine 90 Dolar ayırıp, 10 Doları size verse kabul eder misiniz? Kabul etmediniz mi? Peki ne kadar teklif ederse kabul edersiniz?

Diyelim ki bu defa deneyi yapan akademisyen odaya girdi ve deneyde kullanılmak üzere karşınızdakine 1000 (bin) Dolar verdi. Karşınızdaki de, kendisine 950 Dolar ayırıp size 50 Dolar teklif etti, kabul eder misiniz? Eğer, size önerilen miktarı kabul etmeyenlerden iseniz, karşınızdaki, size hangi oranda teklif yapmalı ki, siz de teklifi kabul edip, her iki taraf da paraya sahip olup evlerine gitsinler?

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, teklif oranı %20’den daha aşağı ise, karşı tarafın yaptığı tekliflerin büyük bir çoğunluğu ret edilmekte, her iki taraf da tek cent almadan deney ortamından ayrılmaktadır. Paylaşım oranı, yarıya yaklaştıkça, teklifin kabul oranı da süratle artmaktadır.

Unutmayalım, böyle bir oyunda, karşımızdaki kişinin tek teklif hakkı var. Dolayısıyla, kendisine ayıracağı ve size teklif edeceği miktarı iyi düşünüp (çünkü, sizin, ne miktarı kabul edebileceğiniz konusunda karşınızdakine bilgi vermeniz yasak), sizin tarafınızdan reddedilmeyecek, buna karşılık (eğer isterse) kendisine de olabildiğince büyük bir miktarı almayı hedefleyecek rakamı sağlıklı olarak belirlemesi gerekiyor..

Bir kişi, nasıl olur da, miktar (varsayalım ki 5 Dolar) ne olursa olsun böyle bir oyunda kendisine teklif edilen parayı kabul etmez? Nihayetinde, bu parayı elde etmek için hiçbir emek harcanmıyor.

İsterseniz hikayeyi daha başa götürerek anlamaya çalışalım.

1980’lere kadar iktisatçılar, insanların, kazançlarını maksimize etmek üzere mantıklarını kullandıklarını düşünürlerdi. Yani insanların, en az emekle, en yüksek kazancı elde etmenin doğru olduğuna inanıyorlardı. İnsan, mantığıyla düşündüğüne göre, rasyonel davranmalı ve hiçbir karşılık beklemeden kendisine teklif edilen para 1 Dolar dahi olsa parayı alıyor olmalıydı. Dolayısıyla, yukarıdaki deney kuralları iktisatçılara söylenip de daha deney yapılmadan, sonuçlarının ne olabileceklerinin tahmin edilmesi istendiğinde, alınacak sonuçlardan emindiler. Deney ortaya konulup da sonuçlar alınmaya başladığında bu durum iktisatçıları da şaşırtmıştı. Bir insan, belli bir orandan daha düşük parayı neden reddederdi? Acaba bunun, içinde bulunulan kültürle bir ilgisi olabilir miydi? Bireysellik üzerine kurulan bir toplum ile kollektif düşünceye göre yaşayan topluluklarda yapılan böyle bir deney, farklı sonuçlar verir miydi?

O halde, başka ülkelerde de bu deney tekrarlanmalıydı. Deney alanı sadece ABD’de değil; Rusya, Japonya, Almanya, Fransa ve Endonezya’ya kadar genişletilip uygulandığında da aynı sonuçlar elde edildi. Bu ülkelerde de, karşı tarafa teklif edilen para oranı azaldıkça, ret etme oranı da artıyordu. Teklif edilen para yarı yarıya olmaya yaklaştıkça kabul oranı da artmaktaydı. Şu halde, bunun kültürle bir ilişiği olamazdı. Böyle bir davranış, doğuştan (genlerimizle) geliyor olmalıydı.

Gelin, şimdi de bu deneyin yapıldığı kişilerin beyninde neler olduğuna bakalım. Bunun için, ültimatom oyununda, kendisine para teklif edilen kişiyi (yani sizi), fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) cihazının içine konumlandıralım. Burada, fMRI’ın beyin faaliyetlerini nasıl saptadığını kısaca açıklayarak, konumuza yardımcı olmaya çalışalım.

fMRI
Biliyoruz ki, beynimizin bir yerinde faaliyet olduğunda (hayal kurduğumuzda, korktuğumuzda, cinsel haz duyduğumuzda, üzüldüğümüzde, kavga ettiğimizde, bir manzaraya baktığımızda, birisiyle bir konuyu müzakere ettiğimizde, dua ettiğimizde, dilek tuttuğumuzda, temennide bulunduğumuzda, hatta rüya gördüğümüzde vb.) o kısma daha fazla kan gitmektedir. Bu da beynimizin o kısmının daha fazla çalışıyor olması anlamına gelir ki, buna bağlı olarak o bölgenin daha fazla enerji harcadığı bunun için de daha fazla glikoz (şeker) yaktığını ve daha fazla oksijen tükettiğini söyleyebiliriz.

Yine bildiğimiz üzere kanımızın kırmızılığını veren hemoglobinin içinde demir mevcuttur. Demir, kanımızın temizlenmesi esnasında akciğerlerden aldığı oksijeni tutar. Beyin faaliyetimiz esnasında, kan bu bölgeye daha fazla hücum eder ve dolayısıyla o kısımdaki beyin hücreleri hemoglobinin içindeki demire bağlı oksijeni kullanmak üzere alır. Beyindeki belli bir bölgede, oksijeni olmayan hemoglobin miktarı oksijenli hemoglobin miktarından fazla ise, bunun anlamı, beynin o bölgesinde daha fazla faaliyet olmuş (oksijen tüketilmiş) demektir. fMRI denilen cihaz da tam bu yerde devreye giriyor. fMRI cihazının yaydığı manyetik alana çarpan oksijenli hemoglobin ile oksijensiz hemoglobin,  karşı manyetik alan yaratır. Ancak, oksijenli hemoglobin ile oksijensiz hemoglobinin yaydığı karşı manyetik alanlar arasında fark vardır. Biri diğerine göre daha zayıf karşı manyetik alan oluşturur. İşte, fMRI, kendi yaydığı manyetik alana karşı oluşan, karşı manyetik alanlar arasındaki fark, yine fMRI cihazı tarafından saptanarak, beynin o bölgesinin daha fazla faaliyette bulunduğunu belirler. Bunu da ekrana veya filme parlaklık olarak yansıtır. Parlaklık, beynin o kısmının faaliyetinin fazlalığını gösterecektir. (fMRI için daha fazla bilgiyi "Beynimiz ve Biz: Beyin Görüntüleme/fMRI" başlıklı yazıda bulabilirsiniz).

BEYİNDE NELER OLUYOR?
Şimdi de, ültimatom oyunu esnasında kendisine para teklif edilen deneğin (sizin) beyninde neler oluyor, ona bakalım. Denek, fMRI cihazının içinde iken, ültimatom oyunu esnasında, kendisine, beklediğinden daha az bir miktar para teklif edildiğinde, her iki yarıkürede ve şakaklarımıza denk gelen kısımlarının biraz derinlerinde yer alan ve İNSULA adı verilen beyin oluşumları ile yine beynin her iki yarı küresinde, hemen hemen gözlerimizin hizasında ve beyin tabanına yakın bulunan AMİGDALA isimli oluşumların ortalamadan daha fazla faaliyet gösterdiği görülmektedir. Beynin bu oluşumlarının, genel olarak kendimizi “tehdit” halinde hissettiğimiz zamanlar devreye girdiği bilinmektedir. Bunun da anlamı, kendisine teklif edilen oranı az bulan kişi, kendisini “aşağılanmış” hissetmekte, “değersizleştirilmiş” görmekte bunun da akabinde öngördüğü “adalet” kavramının yerine getirilmediğini hissederek teklifi reddetmektedir. Böylece, kendisi de para almadığı gibi aynı zamanda “karşı tarafı” da cezalandırmaktadır.

Ne dersiniz? Böyle bir durum size kullandığımız bir “deyimi” hatırlattı mı? Hatırlayamadı iseniz, biz söyleyelim. “Pire için yorgan yakmak”. O halde, bundan böyle rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bazı deyimlerimiz, başka dillerde başka benzetmelerle ifade ediliyor bile olsa, bu tür deyimlerin kökeni kültürel değil, doğuştandır.

İlginçtir ki, insula ve amigdala gibi beyin organelleri, daha çok, bilincimiz yani kendi aldığımız kararların (prefrontal korteks) dışında hareket ederler ve neredeyse, bizim onları yönetmemiz yerine onlar bizi yönetirler diyebiliriz. Daha açık söylemek gerekirse, bize teklif edilen para, belli orandan düşükse, ret kararı bilincimizin değil, beynimizin derinliklerinden (insula, amigdala ve bağlı sistemler) gelmektedir. Amigdalanın bir görevi de, saldırmak ve karşı tarafı cezalandırmaktır. Çünkü evrimsel süreç, kişiyi, çevrenin (diğer insanların) değersizleştirmesinden koruyarak varlığını sürdürmek üzere programlanmış görünmektedir. (Günlük hayatta buna “gurur” diyoruz).

OKSİTOSİN ve ÜLTİMATON OYUNU
Claremont Graduate Üniversitesi Profesörlerinden Paul Zak, Oksitosin hormonu üzerinde çalışmış ve oksitosinin; annenin bebeğe, bebeğin de anneye bağlanmasında rol aldığını, annenin bebeği emzirirken hem annede hem de bebekte oksitosin düzeyinin yükseldiğini görmüştü. Ayrıca, özellikle kadınlarda cinsel ilişki sırasında oksitosin seviyesinin orgazma bağlı olarak yükseldiğini de biliyordu. Oksitosin hormonunun, güven denilen olgunun kilometre taşlarından biri olduğu da bilgileri arasındaydı.


Profesör Zak, şöyle düşündü: Ültimatom oyununda oksitosin hormonunun ret veya kabul anlamında bir rolü olabilir miydi? Ültimatom oyunu sırasında gördü ki, kendisine yüksek düzeyde (en azından yarı yarıya yakın bir oranda) para teklif edilen kişinin (sizin) kanındaki oksitosin düzeyi yükselmekteydi. Yükselen oksitosin seviyesi, kendisine para teklif eden karşıdaki kişiye “güven” duygusunu oluşturuyordu.

Profesör Zak, bu defa da kendisine para teklif edilen kişiyi değil de, para teklif eden karşımızdaki kişiyi deneye dahil etti. Para teklif eden kişiye burnundan sprey halinde oksitosin verildi. Gördü ki, parayı teklif edenlere oksitosin verildiğinde başlangıçta, deneye katılanların %34’ü, neredeyse paranın tamamını karşı tarafa (size) teklif etmişlerdi. Oksitosin hormonu yükselen kişilerin cömertlikleri de artmaktaydı.

ÜLTİMATOM OYUNUNUN ŞEMPANZE VERSİYONU
Acaba, böyle bir oyun sadece insanlara mı mahsustu? Yakın akrabalarımız olan şempanzelerde oynansa ne türden bir sonuç elde edilecekti?

Böyle bir araştırmaya, ABD'deki Emory Üniversitesi'ndeki Yerkes Ulusal Primat Araştırma Merkezi'nden Darby Proctor liderlik etti.

Dr. Proctor ve arkadaşları, şempanzeleri renkli fişlerle ültimatom oyununa benzer bir oyun oynamak üzere eğitti. Bu oyunda, şempanzeler tarafından daha kolay algılanması için teklif etme eylemi daha da kolaylaştırıldı ve şempanzeler için oyun iki seçimlik olarak düzenlendi. Kural şu şekildeydi: Karşısındakine teklifte bulunacak olan şempanzeye biri beyaz, biri mavi olmak üzere 2 (iki) fiş verildi. Şempanze, elindeki fişlerden birini karşısındaki şempanzeye teklif edecekti. Karşısındaki şempanze beyaz fişi kabul ederse, ortaya konan ödül (muz) eşit olarak paylaşılacaktı. Eğer, mavi fişi teklif eder ve karşı taraf da bu fişi kabul ederse, teklif eden ödülün (muz) büyük bir kısmını, karşı taraf da küçük bir kısmını alacaktı. Ve elbette ki, ültimatom oyununda olduğu gibi, karşı taraf, kendisine teklif edilen fişi kabul etmezse, her iki taraf da muz ödülünü alamayacaklardı.

Oyun üç ayrı şempanze çifti tarafından oynandı ve sonuçlar gösterdi ki bu hayvanlar da yiyecek ödülünün adilce ve eşitçe paylaşılmasını teklif etme eğiliminde. Bir başka deyişle, oynanan oyunlarda, karşı taraf çoğunlukla mavi fişi kabul etmemektedir. Böylece her iki tarafın ödül alamadığı bir durumda elinde fişler bulunan şempanze beyaz fişi teklif etmeyi öğrenmektedir.

20 çocukla yapılan benzer deneyde de aynı sonuca ulaşıldı.

Dr. Proctor, araştırma sonuçları için "elde etmeye çalıştığımız şey, insanların neden paylaştıklarına ilişkin evrimsel rotalar" diyor ve bunu şöyle açıklıyor: "Hem şempanzeler hem de insanlar muazzam şekilde yardımlaşmacı; işbirliği halinde ava katılır, yiyeceği paylaşır, birbirlerinin yavrularına bakarlar. Öyleyse, bu adillik, yardımlaşmanın evriminde bir ihtiyaç haline gelmiş gibi." Dr. Proctor şöyle devam ediyor "insani adillik duygusu, en azından insanlar ve şempanzeler henüz ayrılmamış haldeyken primatlarda mevcuttu."

Manchester Üniversitesi'nden Dr. Susanne Schultz, çalışmanın ilginç olduğunu ve "şempanzelerin adilce teklifleri ayırt edebileceğini" gösterdiğini söylüyor. Ancak, Dr. Susanne Schultz yine de temkinli konuşarak, BBC için yaptığı değerlendirmede, buna rağmen şempanzelerin tam olarak oyunun tasarımını anlayıp anlamadıklarının belli olmadığına ve sadece altı şempanzenin çalışmaya katıldığına dikkat çekiyor.

Bu arada küçük de bir not düşelim. Bu yazıdan bir evvelki başlık olan "Ateist Ailelerinin Çocukları Daha Cömert ve Fedakar" başlıklı makalede geçen "Diktatör Oyunu" isimli deney, bu yazıdaki Ultimatom Oyunu isimli deneyin küçük bir farkla benzeridir. O makalede de, karşı tarafa teklif edilen çıkartma/etiket/sticker oranı konu edilmektedir.

Ne dersiniz? Biz mi beynimizi yönetiyoruz, yoksa beynimiz mi bizi?


Erol

Kaynaklar:
John LEHRER, Karar Anı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi (2010)
Richard L. PETERSON, Karar Anı, Scala Yayıncılık, (2012)
http://www.ted.com/talks/paul_zak_trust_morality_and_oxytocin
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/01/130115_sharing_chimps.shtml



Chicago Üniversitesi’nden bir grup biliminsanının bir dine inanan ve inanmayan ailelerin çocukları arasında yaptığı bir araştırmaya göre, ateist ailelerin çocukları diğer çocuklara göre daha cömert ve fedakar.

Çocuklara oyunlar, ailelere test

Araştırmadaki ilginç detaylardan biri ise, inanan ailelerin, çocuklarının ateist ailelerin çocuklarına göre empati ve fedakarlık hislerinin daha güçlü olduğunu iddia etmesi oldu.

Radikal.com.tr’den Ezgi Başaran’ın köşesinde gündeme getirdiği araştırma Chicago Üniversitesi’nde Prof. Jean Decety öncülüğündeki gelişim psikolojisi grubu tarafından yapıldı.

Current Biology dergisinde de yayınlanan araştırmada, altı farklı ülkeden (Kanada, Çin, Ürdün, Türkiye, ABD ve Güney Amerika) beş ila 12 yaşları arasındaki 1170 çocuğun empati, adalet duygusu, başkalarını cezalandırma eğilimi gibi davranış biçimleri incelendi.

Fedakarlık duygusunun ölçümü için çocuklara ‘Diktatör Oyunu’ adı verilen bir oyun oynatıldı. Buna göre, çocuklara 10 adet çıkartma verilip, bu çıkartmaları isterlerse çıkartması olmayan başka çocuklarla da paylaşabilecekleri söylendi. Bu oyun, çocukların çıkartmalardan ne kadarını paylaşıp paylaşmayacakları, çocukların başkalarının yararını ne kadar gözeteceklerini ölçmek için kullanıldı.

Bir diğer test ise ahlaki duyarlılık üzerine yapıldı. Çocuklara bir karakterin başka bir karakteri kazara ya da bilinçli olarak ittiği kısa animasyonlar izletildi. Ardından çocuklara iten karaktere hangi cezanın verilmesi gerektiği soruldu.

İnançlı aileler ‘Çocuklarımız daha cömert’ dedi

Ardından ailelere dini inançları ve eğilimleriyle çocuklarının empati ve adalet duygularının ne kadar güçlü olduğu soruldu. İncelemede, aileleler Müslüman, Hıristiyan ve ateist aileler olarak üç büyük gruba ayrıldı.

Altı ülkeden inançlı aileler, çocuklarının günlük hayattaki empati ve adalet duygusunun inançsız ailelerin çocuklarına göre daha güçlü olduğunu savundu.

İnanç arttıkça empati ve paylaşım azaldı

Araştırma çarpıcı sonuçlar verdi. Buna göre, inançsız ailelerin çocukları inançlı ailelerin çocuklarına göre, çıkartmaları daha fazla paylaşma eğilimi gösterdi.

İnanç ve başkalarının yararını da gözetme arasında ters bir ilişki olduğu ortaya çıktı. Öte yandan bu ilişki çocukların yaşı büyüdükçe de arttı, başka bir deyişle yaşı daha büyük inançlı ailelerin çocuklarının küçüklere oranla daha az paylaşımcı olduğu fark edildi. Aileden öğrenilen dini değerler arttıkça, fedakarlık azaldı.

Çocukların cezalandırma eğilimleri de dikkat çekici sonuçlar verdi. İnançlı ailelerin çocuklarının ateist ailelerinkine göre, kötü davranışta bulunan birine daha çok ceza verme eğiliminde olduğu tespit edildi.

Araştırmanın lideri Prof. Decety, “Bulgularımız, inançlı ailelerden gelen çocukların daha fedakar ve diğerlerine daha kibar olduğu yönündeki popüler kanıyla çelişiyor. Çalışmamızda, ateist ya da inançsız ailelerin çocukları aslında daha cömert.” diye konuştu.

Eddie Izzard'ın 1999 yılında sergilediği Dress to Kill adlı gösteriye daha evvel blogda yer vermiştik. Şimdi ise 1997 tarihli Glorious'u sizlere sunuyoruz.

İngiliz komdesyen Izzard'ın Hammersmith Apollo'da sergilediği bu gösteri yine hem dini hem de tarihi birçok ögeyi konu ediyor, ancak aynı zamanda bireye, topluma ve hatta günlük ilişkilere dair pek çok mizahi yan da taşıyor.

Eski Ahit'e göre zamanın başlangıcı ele alan gösteri, Truva Kuşatması'nı, Nuh'un Gemisi'ni, İsa'nın doğumunu ve ülkelerin tarihsel bağlamda siyasi ve askeri ilerlemesini konu ediniyor.

Ses ve mimikleriyle canlılık kattığı performansıyla Izzard, sadece büyük tarihi gelişmeleri değil, hayvanlar alemini, tuvalet kullanımını, çocuk oyunlarını, baba olmanın ve hatta bilgisayar kullanmanın nüanslarını yine esprili bir dille aktarıyor bizlere.

Şahsi mizahi zevkime göre, Eddie Izzard'ın (izlediklerim arasındaki) en komik gösterisi budur. Elbette ki her gösterisi zekice mizahi ögelerle süslenmiştir, ancak bu gösteride günlük hayata dair esprilerin de olması izleyiciyinin çok daha kolaylıkla anlatıcı ve onun anlattıklarıyla özdeşleşmesini sağlıyor.

Zaman ilerledikçe bloga çok daha fazla stand up gösterisini kazandırmaya çalışacağız.

İyi seyirler!

Hayyam

LANIAKEA, EPIGENETIC, CONNECTOME.
Bu başlıklar, Bahçeşehir Üniversitesi açılış töreninde, Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Türker Kılıç’a ait.

Başlıklar ilginç olduğu kadar, içerikleri de ilginç. Konuşmadaki bazı sözleri buraya aktarmanın uygun olacağını düşündüm.

“Bilimsel devrimler doğrusal gelişmiyorlar. Bir soğanın katmanları gibi küresel katmanlar halinde, sonraki, bir öncekini yanlışlayacak şekilde değil de, bir öncekini kuşatacak şekilde gelişiyorlar” diyor, Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı.

Başlıktaki kavramları, kaynağını videodaki konuşmadan alacak şekilde aşağıdaki gibi kısaca açıklayalım.

Laniakea: Bütün bir evrenin tek bir enerji birimi olduğunu ve tüm evrenin her noktasının diğerleriyle bağlantılı ve bütünsellik içinde bulunduğunu ifade eden bir kavram.

Epigenetik: Genelde bilinen, DNA’dan RNA’ya, RNA’dan proteine doğru tek yönlü bir sentezin olduğudur. Bu anlayışa göre, insanlar; genleri kadar yaşayan,  genleri kadar zeki, genleri kadar hasta olabilen, genleri kadar mutlu olabilen kişilerdir. Hâlbuki yapılan çalışmalar, proteinin RNA’yı, RNA’nın DNA’yı değiştirme kapasitesine sahip olduğu diğer bir deyişle bu etkileşimin çift yönlü olduğudur. 

Buradan şu çok önemli anlam çıkmaktadır ki, bizler, doğduğumuz andaki DNA’larla hayatı terk etmiyoruz. Yaşamımız boyunca çevre faktörleri hatta düşüncelerimizle bile zaman içinde DNA’larımızı değiştirebileceğimizi ve bunu da sonraki kuşaklara aktarabileceğimiz kavramına ulaşırız. Bu ise, evrim sürecine daha “doğrudan” bir kapı açar görünmektedir.

Prof.Dr. Türker Kılıç konuşmasını şu sözlerle sürdürüyor. 

“Bu bilimsel bilgi, insanın gen yapısını kutsal olmaktan çıkarmış, düşüncesine ve yaratıcılığına, hatta DNA’sına bile etkileyecek güç ve özgürlük alanı sağlamıştır."

Connectome: Kelimenin tam çevirisi olmadığı için, beynin faaliyetini temsil etmek üzere şimdilik, nörozihin (zihni meydana getiren sinirsel ağ) ifadesi kullanılıyor. Connectome kavramına yaklaşım şu şekilde. Beynin tanımının 100 milyar nörondan (sinir hücresinden) meydana geldiği şeklinde değil, bu sinir hücrelerinin oluşturduğu 2 üzeri 100 (2^100) olasılık içeren bir enformasyon bütünü olarak görüldüğünü söylemektedir.

Bu anlayışa göre “beyin, zihin yaratan bir organdır”. Görülüyor ki bu da, bir kaç yüzyıldır süregelen beden-zihin ikilemi düşünüşünü sona götürmektedir.

Şöyle devam ediyor Prof.Dr. Türker Kılıç, “İnsan, kendi genomu değil, kendi connectome’dur. Bu, beynin, kendi bilgi ağları anlayışını, insanın organı olan beynin sınırlarından alıp, bilgi ağı olan zihin sınırsızlığına ulaştırmıştır.”

Görülüyor ki, zihnin bu yapısı yani connectome ile Laniakea kavramları arasında büyük benzerlik olduğu bunu da epigetic vasıtasıyla yaptığını söylemektedir. Özet olarak baktığımızda laniakea, epigenetic ve connectome birbirlerinin ayrılmaz bir bütün ve bu bütünün süreci olduğu görülmektedir.

Önemli gördüğüm cümlesiyle şunu söylüyor Prof. Dr. Türker Kılıç:

DÜŞÜNCE, İNANÇTAN ve MADDEDEN ÜSTÜNDÜR. BİYOLOJİ ve BİLİNCİ ŞEKİLLENDİRME YETENEĞİ VARDIR.