Doğrular vardır. Doğrularımız vardır. Peki, ortak olanlar mı doğrulardır; yoksa ortaklık değerine sahip olmayan göreceli şeyler doğruluk değerine sahip midirler? “Senin için doğruysa, doğrudur.” Sözü ne derece doğrudur?

Felsefede neredeyse bir kuraldır: Taraflar böylesine kolayca hizaya geldiğinde, paylaştıkları bir hata olup olmadığından şüphelenmek gerekir. Bazı durumlarda, iki düşünce çok farklı yaklaşımlarda bulunmasına veya taban tabana zıt olmasına rağmen eşdeğer güdümde algılanılmaktaysa, gözden kaçırılan –belki de görülemeyen- büyük bir hataya sahip olabilmektedir. Doğruluğu ele alacak olursak; hakikat, hatta “mutlak hakikat” nosyonunda bu denli çığır açıcı tartışmalara ya gerek yoksa? Ya doğruluk (ya da hakikat) bir savaşı taşıyabilecek kadar “yüce” bir kavram değilse?

Bu görüşü benimseyen birçok çağdaş filozof bulunmaktadır. Doğrunun teorik olarak “deflasyona” uğratılması yani içeriğinin daraltılması gerektiğini savunan bu düşünürlere “deflasyonistler” denir. Düşüncelerini açıklamak isteyecek olursak; örneğin ben köpeklerin havladığına inanıyorum. Bunu size söylüyorum ve siz de “Evet, bu doğru.” diyorsunuz. Tabi bu cümleyi “Evet, köpekler havlar.” diyerek de belirtebilirdiniz. İki cümlede de aynı şeyi söylediğiniz gibi, aralarında derecesel bir farklılık yoktur. Bilişsel anlamda ifade edecek olursak, herhangi bir P önermesi hakkındaki düşüncelerimizi, P önermesinin doğruluğu ile söylediklerimiz ve P önermesiyle ilgili söylediklerimiz arasında hiçbir fark yoktur. “Doğruluk” bu önermeye ek bir şey ilave etmez. Bu nedenle “doğruluk sanıldığının aksine bir sırra sahip değildir.

Bunun yanı sıra “mutlak bilgi”nin temsilciliğini sahiplenmiş olanlar içinde ‘muhafazakar’ bir grup vardır. Bilginin kesinliğinden öte ona olan ihtiyaçtan bahsederler. Örneğin Papa, yeryüzünde Tanrı’yı temsil eder ve tek otoritenin kendisi olduğunu iddia etmektedir. Bu görüş çerçevesinde verilen vaazlar “mutlak bilgi” olmalıdır. Göreli bir bilgi bu otoriteyi sarsacağı için aksi kabul edilemez. Bu nedenle akılsallığı, nesnelliği ve hakikati öne sürerek hakikatin değişmezliğini destekler.

Her iki grubun sentezlenmiş olması pek önem arz etmiyor gibi görünse de, toplumda yaşayan her bireyin uzlaşım noktası açısından yüksek değere sahiptir. Örneğin “ölüm cezasının verilip verilmemesi” konusunda girişilen bir tartışmada, mutlakçı ya da muhafazakar, bu cezaya karar vermenin güç bir konu olduğunu söylemekte haklıdır. Bu “otorite”, “intikam”, “yasa”, “devlet”, “caydırma” gibi birçok konunun tartışmasını beraberinde getirmektedir. Göreci kişinin bu tür bir mesele üzerindeki kararını, geçmişindeki –örneğin taktir, iğrenme, utanç- birçok etkilere bağlı olacağını söyleyen mutlakçılar, bu konuda da haklıdırlar. Çünkü göreci, vereceği kararda fark edemeyeceği bir şekilde kişisel normlarıyla hareket eder. Ama her ikisi de doğruluk meselesi üzerinde düşünülmüş, ikinci dereceden bir düşünümün – yani doğruluk meselesinin ahlaki bir platformda tartışılmasından çıkan ürünlerin- ölüm cezasına izin verilmesi konusundaki hiçbir iddiasında haklı değildir. Çünkü bu noktada doğruluk değerinin ikinci dereceden tartışılmasının hiçbir pragmatik değeri yoktur.

Daha açık söyleyecek olursak, doğruluk değerinin ölçütlerini kendi açılarından belirten mutlakçılar ve göreciler, “ölüm cezasının uygulanması” konusunda hiçbir uzlaşıma varamadıklarında, tartışılan konunun değerini yitirmiş olurlar. Bu konuda “Ölüm cezasına izin verilmemelidir.” diyebilirsiniz. Ya da bununla aynı anlama gelecek şekilde “Ölüm cezasının verilmemesi doğru olur.”ya da “Ölüm cezasının verilmemesi iyi olur.”diyebilirsiniz. Bunların hiçbiri ilk cümlenizden farklı bir şey ifade etmez ve ilave değer katmaz. Bu tıpkı yükselen bir merdivene benzetilebilir. Aslında bu yatay bir şekilde yerde duran bir merdivendir ve sizi hiçbir yere götürmez.


Daha fazlasını isteyen mutlakçılar ve muhafazakarlar, deflasyonistlerin koltuğunu sarsmaya çalışır. Bu bağlamda “doğruluk” fikrini bir norm ya da araştırma ideali olarak muhafaza etmenin gerekliliğinden söz ederler. Keza, deflasyonistin bu hamleye cevabı, bir fikirde değerli ne varsa bunun zaten kendisinin koruduğunu söylemektir. Bunun yolu ise genelleme yapmaktan geçer. Ancak ve ancak odamda bir masa varsa, odamda bir masa olduğuna inanabilirim. Ancak ve ancak ikinin karesi dört ediyorsa, ikinin karesinin dört ettiğine inanabilirim. Bu türden iddialar “doğruluk” değerine gereksinim duymazlar, ama isterseniz bu önermelerin ikisinin de doğru olduğunu söyleyebilirsiniz. Böylece deflasyonist, doğruluğun, genelleme yapılarak ifadelerin özetlenebileceğini ve hiçbir değer kaybetmeyeceğini gösterir.

Eğer muhafazakarlar hala bir şey istiyor ise, belki de bu, kaygının ifadesi ve ya bir fikrin anlatımı olmaktan çok teşhis ve tedavi edilmesi gereken bir şeyin ifadesidir. Papa, otoritenin sarsılmaması için bu söyleminde ısrarcı olmak ve muhafazakarlar kendi inançlarını savunmak durumda kalacaklardır. Öyle ki tek kitap vardır ve bu kitap tartışılsaydı, herhangi bir ses olarak karşımıza çıkacaktı. Mutlak hakikat özelliğinin yitiminde, savundukları ve inandıkları görüş, sadece ‘keyfi’ olarak nitelendirilecektir. Bu, bütün çabalarının ve ideolojilerinin temek çıkış noktasıdır.

Zira göreciler de bir zafer kazanmış değillerdir. Çünkü onların tek bir “Bu senin görüşün.”ünlemi bile, büyük tartışmalara bile nokta koyabilmektedir. Herkesin farklı görüşleri olduğu bu durumda  “Bu senin kanaatin.” ile biten bütün tartışmalar, çözümsüz kalmış sorunları beraberinde getirecektir. Bu görüşleri birbirimizle paylaşmamıza rağmen toplumsal alana bir kazanımda bulunduramıyor isek, fikirlerimizi beyan etmiş olmaktan öte konuma gidemeyiz.

Eğer bir kabilenin, bir halkın ya da kişinin rastgele söylediği her şeyin doğru olduğunu kabul ediyorsak, bunda saygıdeğer bir şey yoktur. Aynı şekilde, bir görüşe sıkıca tutunup onu savunuyorken, diğer görüşleri sorgusuzca reddediyorsak bunda da saygıdeğer bir şey yoktur. Bu nedenle, farklı görüşleri sentezleyip kendi görüşlerini oluşturabilmek son derece önemlidir. Gruplaşmaya dahil olunduğunda, yeni hiçbir fikir ortaya çıkamadığı gibi ilerleme de kaydedilemez. Ve unutulmamalıdır ki “doğrular” toplumsal bir ehemmiyet içerdiği gibi öznel fikirlerden meydana gelir.

Neviens Nobody
İnsan klonlama hala da etik açısından tartışmalı ve bir ucuyla da bilim kurgunun bir ögesi olarak görülüyor. Ancak hayvan klonlama, nispeten daha ılımlı bir bakış açısıyla değerlendiriliyor. Klonlanan ilk hayvan olan Dolly'nin [1] ardından çeşitli hayvanlar klonlandı şimdiye dek. İlk başlarda bilimsel bir merak ve araştırmanın konusu olan hayvan klonlama, artık ticari bir kimliğe de bürünmüş gibi görünüyor.

Güney Kore'de 2006 yılında kurulan Sooam Biotech adlı şirket, [2] ilk başarılı klonlama işlemini 2008 yılında bir köpek klonlayarak gerçekleştirdi. [3] Artık "seri üretim"e geçen şirketin sitesine girildiğinde, ana sayfada şöyle bir uyarı ile karşılaşılıyor: [4]
Köpeğiniz öldüğünde kadavrayı doğrudan buzdolabına koymayın. Sabırla şu adımları izleyin:
1. Önce ıslak havluya sarın.
2. Daha sonra köpeğinizi bu şekilde dondurucuya değil, buzdolabına koyun.
[*] Canlı doku hücrelerini saklamak için en fazla 5 gününüz var.
Yaklaşık 6 ay evvel, 8 yaşındaki Dylan adlı boksör cinsi köpeklerini beynindeki tümörün etkisiyle oluşan kalp krizi sonucu kaybeden Laura Jacques ve eşi Richard Remde, kendileri için radikal bir kararla çok sevdikleri köpeklerini klonlatmaya karar verirler. Dylan'ın ölümünden 2 hafta sonra Güney Kore'deki Sooam Biotech'e ulaşan numuneden araştırmacılar başarılı bir DNA örneği alarak aynı zamanda bir rekora da imza atar, çünkü ölü bir hayvandan en geç 5 gün içerisinde DNA örneği alınmışken, bu süre ilk defa 2 haftaya kadar çıkmış olur. Bununla birlikte, alınan DNA örneği Britanyalı çifte bir değil, iki köpek yavrusu verilmesini sağlar. [5]

Kaybettikleri köpekleri Dylan ile birebir aynı DNA'yı taşıyan iki yavru köpeğe kavuşan çift, bu işlem için yaklaşık 100,000 dolar harcamış. [6] İşlem ise teoride şu şekilde: Klonlanacak köpekten DNA örneği alınıyor ve daha sonra taşıyıcı başka bir donör köpekten yumurta hücresi alınıyor. Bu yumurta hücresinin özü, yani DNA'sı temizlendikten sonra işlenen iki hücre yeniden taşıyıcı köpeğe enjekte ediliyor. [7]

Hiç kuşkusuz, özellikle etik açısından "seri üretim" şeklinde ve "ticari" bir biçimde "köpek klonlama şirketi" birçok tartışmaya gebe olacaktır. Klonlamanın, ister doğanın alışıldık metotlarına karşı gelmek olarak düşünülsün isterse de bilimin bir zaferi olarak adlandırılsın, hemen her bakımdan insanoğlunun geleceğinde de önemli bir rol oynayacağı kesin gibi görünüyor.

Hayyam

Kaynak:
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Dolly_(koyun)
[2] http://www.log.com.tr/kopek-klonlama-donemi-basliyor/
[3] http://www.milliyet.com.tr/kopegini-klonlatti-/yasam/magazindetay/06.08.2008/975321/default.htm
[4] http://en.sooam.com/index.html
[5] http://www.telegraph.co.uk/news/science/science-news/12070057/The-Boxing-Day-miracle-of-the-cloned-puppy.html
[6] http://www.cbsnews.com/news/couple-pays-almost-100000-to-clone-late-dog/
[7] http://www.log.com.tr/kopek-klonlama-donemi-basliyor/
Neandertal, modern insan
ve sanal fosil arasında karşılaştırma.
Yeni dijital teknikler sayesinde, fosil kayıtlardaki boşlukları doldurabilmeyi amaçlayan araştırmacılar, Homo Sapiens ve Neandertallerin son ortak atasının 3 boyutlu bir canlandırmasını yaparak, bu türün soyunda kafatasının geçirdiği yapısal evrimi öngördü. Araştırma ortak atanın sanılandan daha önce yaşadığını düşündürüyor.

En yakın tarih öncesi akrabamız olan, nesli tükenmiş Neandertallerle ortak bir atamız olduğunu biliyoruz. Fakat modern insan ve Neandertal soylarının birbirinden ayrıldığı Orta Pleistosen döneme ait fosiller çok az ve küçük parçalar halinde olduğu için, bu ortak ata popülasyonunun nasıl bir görünüşe sahip olduğu hala bir sır.

Yeni araştırmada bilim insanları, iki türün evrimine dair fosillerin kafataslarına dijital “morfometrik” yöntemler ve istatistiksel algoritmalar uyguladı. Bu uygulamalar sonucu ilk defa, Homo sapiens ve Neandertal’in son ortak atasının 3 boyutlu kafatası elde edildi.

“Sanal fosil” 2 milyon yıllık Homo tarihine dair birçok fosilin kafatasında 797 adet referans noktasının belirlenmesiyle ortaya çıkarıldı. Bunların arasında 1.6 milyon yıllık bir Homo erectus fosili, Avrupa’da bulunmuş Neandertal kafatasları ve Cambridge Üniversitesi’nde bulunan 19. yüzyıla ait kafatasları da bulunuyordu.

Örnekler üstündeki bu referans noktalarından, araştırmacıların kafatası yapısı için bir zaman çizelgesi çıkarmasını sağlayan bilgiler toplandı. Daha sonra bu çizelgeye dijital olarak taranmış bir modern kafatasını yerleştirdiler ve referans noktalarına uyacak şekilde kafatasının şeklini değiştirerek, tarih boyunca yaşanan değişimi gözlemlediler.

Bu yöntem Orta Pleistosen (günümüzden 800,000 ila 100,00 yıl öncesine tarihlenen dönem) sırasında iki türün morfolojisinin, ortak atanın kafatasında nasıl birleşmiş olabileceğini ortaya çıkardı.

Ekip daha sonra iki türün birbirinden ayrılmış olabileceği üç farklı zamana denk gelen üç olası ortak ata kafatası şekli üretti. Bu üç tüm kafatasını dijital olarak canlandırdıktan sonra, Pleistosen’e tarihlenen az miktardaki fosillerle ve kemik parçalarıyla karşılaştırdılar.

Böylece üç sanal kafatasından hangisinin Neandertallerle paylaştığımız ortak ataya uygun olacağını, ve bu ortak atanın yaşamasının en muhtemel olduğu zaman dilimini kararlaştırdılar.

DNA’dan yola çıkarak yapılmış önceki tahminler, son ortak atanın 400,000 yıl önce yaşadığını söylüyordu. Fakat sanal fosilden elde edilen sonuçlar, türlerin ayrılmasının 700,000 yıl önce gerçekleştiğini, ve son ortak atanın büyük ihtimalle Afrika’dan çıktığını öne sürüyor. (Ortak ata popülasyonu Avrasya’ya da gelmiş ve bu bölgede de yaşamını sürdürmüştü.)

Üstte: Modern insan kafatası. 19. yüzyılda Güney Afrika’dan elde edilmiş kafatası
artık Cambridge Üniversitesi Duckworth koleksiyonunda.
Ortada: Son ortak atanın sanal fosili.
Altta: La Ferrassie, Fransa’da bulunan 53-66 bin yıllık Neandertal kafatası.
Kafatası Paris’teki Musée de l’Homme müzesinde.
Sanal Ortak Ata Kafatasının İnsan ve Neandertalle Benzerlikleri

Sanal 3 boyutlu fosil, her iki türün de kendine has özelliklerini taşıyor. Örneğin Neandertallerde daha sonra ortaya çıkan kafatasının arkasındaki çıkıntının gelişmeye başladığı görülüyor.

Fakat sanal atanın yüzünde, modern insanların elmacık kemiklerinin altında yer alan girintinin ipuçları da görülüyor. Neandertallerde bu üst çene alanındaki kemikler, daha fazla hava boşluğuna sahip olmaları nedeniyle daha kalındı. Bu yüzden de Neandertallerin yüzünde dışarı doğru bir çıkıntı bulunuyordu.

Sanal atadaki kalın yapılı kaş çıkıntıları hominin soyunun ortak bir özelliği ve hem erken Homo canlılarında hem de Nerandertallerde bulunuyor. Fakat bu özellik modern insanda kaybolmuş durumda.

Cambridge Üniversitesi’nde Leverhulme İnsan Evrimsel Araştırmaları Merkezi (LCHES)’nden Dr. Aurélien Mounier sanal fosilin genel olarak Neandertalleri daha çok andırdığını fakat bunun şaşırtıcı olmadığını söyledi. Çünkü tüm zaman çizelgesi birlikte ele alındığında, kafatası yapısı olarak atalardan gelen modelden sapan tür Homo sapiens’ti.

Üniversiteden diğer bir araştırmacı Marta Mirazón Lahr “Sonuçlarımızın da işaret ettiği gibi, modern insan soyunda daha büyük bir morfolojik değişim hızı olması, Afrika’daki küçük bir topluluk olmaktan 7 milyar nüfusa ulaşan Homo sapiens’in geçirdiği demografik değişiklikler ve genetik sürüklenmeyle tutarlı oluyor.” diyor.

Mounier, son ortak ata popülasyonunun, en geniş kapsamda, büyük ihtimalle Homo heidelbergensis türünün bir parçası olduğunu söylüyor. Homo heidelbergensis günümüzden 700,000 ila 300,000 yıl önce Afrika, Avrupa ve Batı Asya’da yaşamıştı.

Yeni projelerinde araştırmacılar, Homo türü ile şempanzelerin son ortak atasını ortaya çıkaracak bir model üzerinde çalışmaya başladılar. Mounier, “Modellerimiz kesin bir gerçekliği göstermiyor, fakat fosilleirn yokluğunda bu yeni yöntemler herhangi bir paleontolojik soruya dair teorileri test etmek için kullanılabilir.” diyor.

Kaynak
Dinin Dünya için iyi mi yoksa kötü mü olduğu çok uzun bir süredir tartışılmakta olan bir konudur. Bu tartışmaya dahil olan bir grup bilim insanı, sanılanın aksine antik toplumlarda dinin bütünleştirici bir görevi olmadığını, tam tersine dinin insanları 2000 yılı aşkın bir süredir ayrıştırdığını ileri sürdü. Bu iddialarını desteklemek için bilim insanları, erken devlet toplumlarında dinin daha ziyade barış nedeni mi, yoksa çatışma nedeni mi olduğunu inceledi.

Merkezi Florida Üniversitesi ve Kolorado Üniversitesi'nden araştırmacılar, Milattan Önce 700'lü yıllara kadar giden bir dizi Meksika arkeolojik alanından elde ettikleri verileri bir bütün olarak inceleyerek yayınladılar. Current Anthropology akademik dergisinde yayınlanan makaleye göre, devlet halinde yaşayan erken toplumlarda dinin bütünleştirici bir harç görevi gördüğüne dair duyulan yaygın inanç hatalı. 

Araştırmanın başında bulunan Prof. Dr. Arthur A. Joyce ile Doç. Dr. Sarah Barber, Meksika'nın Pasifik Okyanusu kıyısında kalan Rio Verde Vadisi ve Oaxaca Vadisi'nde son birkaç yıldır araştırma yürütüyorlar. Bulgularına göre dini ritüeller, küçük skalada toplumsal bağlar kurulmasını sağlasa da, daha büyük ölçekli enstitülerin gelişimi önünde dini inançlar bir engel teşkil ediyor. Araştırmacıların ele aldıkları zaman aralığı, Milattan Önce 700 ila Milattan Sonra 240 yıllarını kapsıyor. 

Yaptıkları araştırmalar sonucunda, elitlerin dini yaşantıyı domine ederek toplumlar ve tanrıları arasındaki ilişkiyi kontrol aldıklarını ortaya çıkardılar. Bu da, geleneksel toplum liderleri ile çatışmalarına neden oldu. Bu çatışma, başkenti bir tepe üzerine kurulu Monte Alban kenti olan bölgesel bir devletin oluşumuyla sonuçlandı.

Ancak bu noktadan sonra din, daha da fazla çatışmaya neden oldu ve bölgesel devletler kalıcı olamadı. Bu durum, Milattan Sonra 100 civarında devasa tapınakların inşasına neden oldu. Lakin bu tapınaklar, sadece bir asır sonra terk edildi. Kolorado Üniversitesi'nden Prof. Joyce şöyle diyor:
"Hem Oaxaca Vadisi'nde, hem de Aşağı Rio Verde Vadisi'nde din, erken devletlerin ve şehirlerin kurulmasında ve tarihinde büyük bir öneme sahipti. Ancak bu önem, çok farklı şekillerde vuku buldu. Eğer dinin günümüz toplumlarındaki ve politikasındaki yerine bakacak olursak, bu çatışma ortamının geçmişte de yaşanmış olmasına çok da şaşırmamak gerekiyor."
Karanlık olurdu! Çünkü Ay, geceleri Güneş ışığını yansıtır. Ay olmasaydı, gökyüzündeki en parlak cisim Venüs olurdu. 42 milyon kilometre uzakta olan Venüs, 14 bin kere daha az parlaktır.

İnsanlık, Ay'ın olmadığı bir Dünya'da farklı biçimde evrim geçirebilirdi. Gözlerimiz karanlıkta daha iyi görebilirdi.

Gel-gitler Güneş tarafından kontrol edileceği için daha küçük olurdu. Çünkü Güneş, çok daha uzakta bulunuyor.

Günler daha kısa olurdu. Ay'ın sağladığı gel-gitsel ivme, Dünya'nın dönüşünü yavaşlatıyor. Bu olmasaydı, bir gün 6-8 saat sürerdi. Ve bir yılda, 1000-1400 gün olmuş olurdu.

Ama yılda 1-2 santimetre uzaklaşsa bile, 4.5 milyar yıldır Ay'ımız var. Ay'ın olmadığı bir Dünya'yı asla deneyimlemeyeceğiz!



Çeviri: Hayyam
Bizim kadar zeki ve meraklı canlılardan oluşan ve bizim ürettiğimiz bir evrenin tanrısı olmamıza ne kadar kaldı?

İnsanlar meraklı varlıklardır ve bu merak insanların evren içerisindeki yuvası Dünya’da ilginç fikirleri de oluşturmasını sağlar: Tanrılar, evrim, kuantum bilinç ve çoklu evrenler gibi.

Fakat, belki de meraklı varlıklar olarak yaşadığımız ve fikirlerimizi ürettiğimiz bu Dünya, gerçek değildir. Belki de, üstün zekalı başka bir varlığın yarattığı bilgisayar simulasyonu içerisinde yaşıyoruzdur. Bu fikrin sahibi, filozof, Nick Bostrom'a göre; aslında bu fikir varlığımızın açıklanma yöntemlerine çok benziyor.

Bu fikrin inandırıcılığı ya da gerçekliği üzerinden tartışmanın şuan için pek bir önemi yok, buradaki asıl soru: Bu tarz bir simülasyonu bizim oluşturmamız mümkün mü? İnsanların, içerisinde kendi varlıklarını sorgulayabilecek yaratıkların bulunduğu yapay bir evren oluşturmalarının olanağı var mı?

Bu noktadaki ilk gerekliliğin, insan ile aynı zihinsel gelişim aralığında yapay bir zeka oluşturmak olduğunu söyleyebiliriz. Imperial College London'dan  kognitif (bilişsel) robot bilimci Murray Shanahan'a göre; bu zekayı geliştirmek onyıllar da sürecek olsa, yapamayacağımızı söylememiz için hiçbir sebep yok. Shanahan’a göre; insan beyni, fiziğin ötesinde olan sihirli bir yapı değil. Bundan dolayı, tabii ki bizim yapabildiğimiz her şeyi yapabilen fiziksel bir varlık oluşturmamız da mümkündür.

Bunu oluşturmak için de, düşünmeyen bilgisayar gücü geliştirmenin ötesine geçmemiz gerekiyor. University College London'dan Peter Bentley'e göre; bu aşamada yapı, doku ve bağlantılar oldukça önemli; ve henüz beynin yeniden üretilebilmesini sağlayacak detaylı bir beyin şablonuna da sahip değiliz. Fakat, 2013 yılında duyurulan ve 10 yıl sürecek Avrupa Birliği destekli Human Brain Project bu konu üzerinde çalışıyor.

Bir taraftan da, daha basit beyinlerin hali hazırda simüle edildiğini belirtmekte fayda var. OpenWorm olarak adlandırılan projede, küçük iplikkurdu kurtçuğu olan Caenorhabditis Elegans'ın yapay versiyonun son aşamasına gelindi. Bu kurtçuğun ilkel sinir sistemi 302 nöron içeriyor. Görece basit olan bu sinir sisteminin bütün hücreler ile olan bağlantısı ve bütün davranış repertuarı, haritalanıp simüle edilebiliyor.

Acaba, bilim insanlarının bu çalışması bizi tamamen zeki ve gerçeğine benzeyen bir beyin simülasyonuna götürebilir mi? OpenWorm projesinden Stephen Larson bu çalışmanın, tamamen zeki bir yapay beyne giden yolda ilk adım olduğunu belirtiyor.

Fakat, zeki bir beynin kendi varlığını sorgulayacak düzeye gelmesi için, geniş bir skalada duyuya ve etkileşim içerisinde olduğu bir çevreye ihtiyacı var. Günümüz teknolojileri ile henüz bunu başarmaktan uzaktayız. Bentley'in belirttiğine göre; yalnızca bir atomun etrafındaki elektron bulutunun hesaplamaları için bir süper-bilgisayara ihtiyacımız var ve dünyamızdaki atom sayısını düşündüğünüzde, Dünya gibi bir yerin simüle edilmesi için neredeyse sonsuz sayıda süper-bilgisayara gereklilik var. İyi ki, hedefimiz bizim yaşadığımız çevre ile tamamen aynı bir simülasyon yaratmak değil. Fakat, simüle canlıların içerisinde yaşayacağı daha küçük bir çevre geliştirmek mümkün olabilir. Hatta belki de, yaratılan yeni dünyanın içerisine fosiller gömülerek, yapay zekalı canlıların bunların izini sürmesi bile sağlanabilir.

Aslında, Bentley'in belirttiğine göre, bilgisayar yazılımlarının tamamen gerçekten uzak olduğunu düşünmek de yanlış. Yazılım elektron demetlerinden oluşur ─bir tip lepton─ ve bilgisayarınızın elektronikleri içerisinde belirli bir düzende hareket ederler. Peki insan nedir?  Aynı şekilde belirli bir düzende hareket eden kuarklar ve leptonlar demetidir.

İnsan kendi yarattığı canlıların evreninde tanrı rolünü üstlenecek mi yoksa üstlenmeyecek mi, bunu zaman gösterecek. Fakat, bildiğimiz bir şey var ki; her ne olursa olsun insan oluşturmaya, üretmeye, geliştirmeye devam edecek.

Uzay enkazı (ayrıca yörünge enkazı, uzay döküntüsü ve uzay atığı olarak da bilinir) insanlar tarafından yaratılan ancak artık herhangi bir yararlı amaca hizmet etmeyen Dünya'nın çevresindeki yörüngede bulunan nesneler topluluğudur.Bu nesneler harcanan roket aşamaları ve işlevlerini yitirmiş uyduların patlama ve çarpışmalarıyla oluşan tüm parçacıkları içerir. [1] 

Dünya’nın çevresi, son 60 yılda uzaya gönderdiğimiz binlerce yapay uydu ve bunların ortalığa dağılmış milyonlarca parçasıyla kaplıdır. Gezegenimizden binlerce kilometre uzaklığa kadar yayılan bu “uzay enkazı” şu an için büyük tehlike arz etmiyor olsa da, çöp miktarı arttıkça insan hayatı için önemli bir tehdit haline geleceği de kesin.

Yapılan hesaplara göre, yörüngemizde büyüklüğü 10 santimetre civarında olan 21 bin enkaz parçası dolanıyor. Bir santimetre büyüklüğündeki enkaz parçalarının sayısı da 500 binin üzerinde. Daha küçük, birkaç milimetre çapındaki parçaların miktarını ise saymamız mümkün değil fakat, 10 milyonun üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Bu çöpler, süregelen uydu görevlerine zarar vermemesi için uzay kuruluşları tarafından izleniyorlar. Ancak, tümünü izlemek maalesef mümkün olmadığından, radarlarla tespit edilebilecek boyuttaki yaklaşık 12 bin “büyük” parça sürekli gözlem altında tutuluyor.

Uzay araçlarına zarar verme olasılığı büyük olan bu hurda parçaların yarattığı tehlike varlıklarından değil de, aslında hızlarından kaynaklanıyor. Saatte 30 bin km. hızla yol alan, boyu 1 cm civarındaki bir “cıvata” rahatlıkla uzay yürüyüşü yapan bir astronotu öldürecek güce sahip. Kıyaslama yapabilmeniz için belirtelim, bir G3 piyade tüfeğinden çıkan merminin hızı saatte yalnızca 3 bin km’dir. Aynı parça bir uzay aracına çarptığında, delip geçmesi çok da zor olmayacaktır. Hatta 1 mm büyüklüğündeki bir metal parçası, sahip olduğu muazzam hız nedeniyle astronot kasklarını bile aşabilecek potansiyelde.

Neyse ki, uzay çok büyük ve böyle bir kazanın gerçekleşme ihtimali oldukça düşük. Zaten o sayede uydularımız pek bir zarar görmeden yıllarca çalışabiliyor, yörüngede uzay yürüyüşlerine çıkabiliyor ve istasyonlar kurabiliyoruz. [2]

Londra Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Stuart Grey, uzay enkazının yıllar içinde nasıl biriktiğini göstermek için hazırladığı videoda, Sputnik’in ilk uçuçunu gerçekleştirdiği 1957 yılından başlayarak günümüze kadar uzaydaki trafiğin nasıl yoğunlaştığını ve uzay çöplüğünün ne kadar büyüdüğünü ortaya koyuyor. [3]



Kaynak:
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Uzay_enkaz%C4%B1
[2] http://www.kozmikanafor.com/uzay-coplugu/
[3] http://news.sciencemag.org/space/2015/12/video-watch-60-years-space-junk-accumulate-1-minute
Dış gezegenler hakkında bildiklerimizin sayısı şu aralara binleri açtı. Yeni bir keşif aleti tüm gözlemlenmiş Dünya-benzeri gezegenleri görsel haline getirdi. Görselin yayınlandığı Goldilocks ismi verilen blogda ayrıca yaşamın olabileceği gezegenler hakkında bilgiler de veriliyor. Goldilocks’a göre yaşamın olabileceği gezegenler ne çok soğuk ne de çok sıcak olmalı.

Dataları görsel haine getiren Jan Willem aynı zamanda Avrupa Uzay Ajansı’nda uzman. Görüntüleri oluşturmak için farklı kesim işlemleri yapıldı. Ancak özetle tüm gezegenler Dünya’ya benzerliklerine göre sıralandı. Yan tarafta gördüğünüz gibi.

Ayrıca aşağıda bu gezegenlerin yörüngelerini görebilirsiniz. Mavi ile gösterilen bölge ise, ortada gezegenlerin güneşi olmak üzere, yaşanabilir bölge olarak düşünülüyor. [1]


Peki Goldilocks Bölgesi Nedir?

Goldilocks Bölgesi, aynı zamanda Yaşanabilir Bölge olarak da bilinir. Bu isim, küçük bir kızın bütün eşyalar arasından aşırı olan her şeyi eleyip (çok sıcak ya da soğuk , çok büyük ya da küçük) ortada bulunanı "sadece doğru" olduğu için seçtiği Goldilicks ve Üç Ayı isimli çocuk masalından esinlenilerek seçilmiştir. [2]

Goldilocks Bölgesi yüzeyinde sıvı su tutabilmek adına yeterli atmosferik basınca sahip bir gezegen için, yıldız etrafında teorik olarak mümkün olan bölgeyi niteleyen, bilimsel bir terimdir. Kavramın önemi, sıvı suyun, yaşamın bilinen tüm formları için gerekli olmasından ve yeryüzündeki hayat için elverişli koşulların, uzaydaki benzerlerini keşfetmemiz şansını bize tanımasından gelir. Yıldızlararası yaşam bölgesi, yıldızın etrafındaki uzayı çevreleyen hayali bir küre olarak düşünülebilir. Bu kürenin içinde bulunan bir gezegenin yüzey sıcaklığı, üzerindeki suyu sıvı halde kalmasına izin vermektedir. [3]

Goldilocks Bölgesi Neyi Nitelemez, Ne Anlama Gelmez?

Goldilocks Bölgesi önceden özellikle seçilmiş ya da belirlenmiş değillerdir. Bu sınırların ya da bölgelerin oluşması, Güneş Sistemi'nin ya da söz konusu sınırların bulunduğu bir başka sistemin evrimi sürecinde devinen fiziksel yasalarca yönetilir. Bu bölgelerin oluşmasında, ana yıldız kadar, diğer bütün gezegenlerin katkısı vardır; katkısı ihmal edilebilecek hiçbir gezegen olamaz. Kütlelerinin sebep olduğu gravitasyonel kuvvet, sistemdeki yıldızlararası maddeyi ve diğer bazı maddeleri yönlendirmede önemli rol oynar. Bu sadece bir örnektir. Kısaca söylemek gerekirse, bu bölgeler zaten oluşacaktır. 

Herhangi bir yıldız düşünelim. Bu yıldız ne kadar büyük ve ne kadar sıcak olursa olsun; belli bir sınıra varıncaya kadar, ilettiği sıcaklığının ve etkinliklerinden kaynaklanan etkilerinin azalacağını biliriz. Bu sınırdan sonra ise bir "ortalama" kuşak başlar ve bunun da sonrasında, soğuk kuşak gelir. İşte bu ortalama kuşak, eğer başka faktörler söz konusu değilse (meteor kuşağının etkisi altında olan bölgeler gibi), Goldilocks Bölgesi için ilkel adaylar olarak düşünülebilir. 

Belli başlı bazı "kaynak"lar, bu bölgelerin ya da sınırların, bazı inançların kutsal kitaplarında yer alan pasajlarca bildirildiğini söyleyebilseler de, hepimizin tahmin edebileceği gibi, bunlar, mızrağı çuvala sığdırma çabalarıdır. Biz, "Bunlar bizim için oluşturuldu!" diye düşünebiliriz. Bu, bizim elimizdedir. Belli bir sonuç bulur, objektiflikten uzak bir şekilde ona nedenler uydurmaya çalışabiliriz. Ancak bilimsel yöntem, bu değildir.

Kaynak:
[1] http://popsci.com.tr/2015/12/21/bu-grafik-ile-uzayli-yasamini-kesfedebilirsiniz/
[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ya%C5%9Fanabilir_b%C3%B6lge
[3] http://www.evrimagaci.org/fotograf/75/1464
University of New South Wales'de (UNSW) çalışmalar yürüten birtakım astronom, Güneş Sistemi'nin ötesinde bulunan ve yaşama elverişli olma ihtimali taşıyan en yakın gezegenin bulunmuş olabileceğini duyurdu. Ophiuchus takımyıldızında bulunan Wolf 1061 adlı kırmızı cüce sınıfında bulunan bir yıldızın yörüngesinde tespit edilen gezegen Dünya'dan 14 ışık yılı uzaklıkta bulunuyor. Böylece Dünya'ya 23 ışık yılı uzaklıkta bulunan Gliese 667Cc'den daha yakında yaşanabilir bir gezegenin izine rastlanmış oluyor.

UNSW ekibinin aktardığına göre, HARPS destekli Avrupa Güney Gözlemevi'nin Şili'nin La Silla kentinde bulunan 3.6 metrelik teleskop ile 10 yıllık bir süreyi kapsayan gözlemler gerçekleştirilmiş. Ekip, bu gözlemler için yeni teknik ve ekipmanlar kullandıklarını ve bu sayede daha isabetli gözlemler gerçekleştirebildiklerini ifade ediyor.

Wolf 1061c adı verilen gezegenin kütlesi Dünya'dan 4 kat ağır ve Wolf 1061 adlı yıldızın yörüngesinde keşfedilen 3 gezegenden biri ve diğer iki gezegenin ortasında bulunuyor. Diğer iki gezegenin kütlesi de yeryüzü oluşumu ve kaya bulunması için yeterli, ancak Wolf 1061c'nin bulunduğu konum dolayısıyla yıldıza olan uzaklığı gezegenin sıcaklığının suyun sıvı halde mevcut olmasına izin verebileceği ve bu yüzden canlı yaşam formları barındırabileceğini düzeyde olduğu için dikkat çekici görünüyor. Diğer iki gezegen ise suyun sıvı halde kalması ve dolayısıyla canlı bulunması için ya çok soğuk ya da çok sıcak.

Ekip, Wolf 1061 yıldızından daha yakında yıldız sistemlerinin keşfedildiğini, ancak bunların yaşama elverişli olmadığını, oysa Wolf 1061 yıldızındaki Wolf 1061c'nin şimdiye dek keşfedilen en yakın yaşanabilir olma ihtimali barındıran gezegen olduğunu ifade ediyor.

Hayyam
Bu seferki yazımız bir kitap tanıtımı değil, bir kitaptan yapılan alıntı. Şu sıralar 6. baskısı ile kitapçılarda bulunan bir kitap. Adı: Hayvanlardan Tanrılara, SAPİENS, İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi. Yazarı: Yuval Noah Harari. Yayımcısı: Kollektif Kitap Bilişim ve Tasarım.

Yuval Noah Harari, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini, İnsan kültürünün onu anlamlandırma şeklinden, doğanın mutlak kurallarına (biyolojisine) göre nasıl bir asli tercümesi olması gerektiğini dikkate almış. Bir başka deyişle, bildirgenin kültürel anlamını (algılayışını), “doğa”nın diline çevirmiş. Anılan kitabın sayfa 118-120 arasında yer alan bu tercümesini aşağıya aldık. Ancak bundan evvel, tercümeye konu olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilgili paragrafını yazalım.

“…bu gerçeklerin tartışmasız olduğunu, tüm insanların eşit yaratıldığını, insanlara yaratıcı tarafından bahşedilmiş bazı haklar verildiğini ve bunlar arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşinden gitme hakkı olduğunu ilan eder.”

Şimdi yazarın, bu paragrafı doğanın diline nasıl tercüme ettiğine bakalım.

İnsanlar, yaratılmamış olduğu gibi, biyoloji bilimine göre ortada bu insanlara bir şeyler “bahşeden” bir “yaratıcı” falan da yoktur. Ortada sadece hiçbir amacı olmayan son derece “körü körüne” ilerleyen bir evrimsel süreç var ve bu da insanların “doğmasını” sağlıyor. “Yaratıcı tarafından bahşedilmiş”, aslında “doğmuş” olarak tercüme edilmelidir.

Benzer şekilde biyolojide “hak” diye bir şey yoktur. Sadece organlar, beceriler ve özellikler vardır. Kuşlar uçmayı hakkı olduğu için değil kanatları olduğu için uçar. Ayrıca bu organların, becerilerin ve özelliklerin kimsenin “elinden alınamaz” olması söz konusu değildir. Pek çoğu sürekli mutasyon halindedir ve zamanla yok olmaları da gayet mümkündür. Örneğin devekuşu uçma becerisini kaybetmiş bir kuştur. Bu yüzden “kimsenin elinden alınamaz” haklar, “mutasyona uğrayabilen” özellikler olarak tercüme edilmelidir. 

İnsanların evrimleşmiş özellikleri nedir? Elbette öncelikle hayattır. Peki ya “özgürlük”? Biyolojide özgürlük yoktur. Tıpkı eşitlik, haklar ve sınırlı sorumlu şirketler gibi özgürlük de insanların icat ettiği ve ancak “hayal güçlerinde” yaşattığı bir kavramdır. Biyolojik bakış açısıyla bakıldığında, insanların demokrasilerde özgür, diktatörlüklerde özgürlüklerinden mahrum yaşadıklarını söylemenin hiçbir anlamı yoktur. 

Peki ya “mutluluk”? Şimdiye kadar biyolojik araştırmalar mutluluğu açık bir tanımını yapmayı veya mutluluğu nesnel olarak ölçmeyi başaramamıştır. Çoğu biyolojik araştırma, kolay tanımlanabilen ve ölçülebilen “zevkin varlığını” tanımlamıştır. Bu yüzden hayat, özgürlük ve mutluluğu aramak”hayat ve zevki aramak” olarak tercüme edilmelidir. 

Sonuç olarak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilgili kısmı biyolojik terimlere çevrilince şu ortaya çıkıyor.

“…bu gerçeklerin tartışmasız olduğunu, tüm insanların farklı evrimleştiğini, insanların mutasyona uğrayabilen bazı özelliklerle doğduğunu ve bunlar arasında yaşama isteği zevk aramak olduğunu iddia eder.

Eşitlik ve insan hakları savunucuları bu mantık yürütme karşısında çok tepkili olabilirler. Buna cevapları muhtemelen, “İnsanların biyolojik olarak eşit olmadığını biliyoruz! Fakat eğer özünde hepimizin eşit olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum yaratabiliriz. olacaktır. Benim buna bir itirazım yok. Benim de “hayali düzenle” kast ettiğim tam olarak bu. Belirli bir düzene “nesnel bir doğru olduğu için değil” buna inanmak etkili bir işbirliği yapmamızı ve daha iyi bir toplum kurmamızı sağlayacağı için inanıyoruz. Hayali düzenler kötü niyetli komplolar veya amaçsız seraplar değildir, aksine çok sayıda insanın etkin işbirliği yapabilmesinin tek yoludur. Bu arada unutmamak gerekir ki, Hammurabi de hiyerarşi ilkesini aynı mantıkla savunabilirdi. “Biliyorum ki, üstün insanlar, sıradan insanlar ve köleler özünde farklı insanlar değillerdir. Ama eğer onları farklı olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum kurabiliriz.”

GERÇEK İNANANLAR
Muhtemelen bundan önceki paragrafları okurken bazı okurlar sandalyelerinde huzursuzca kıpırdandılar. Bugün çoğumuz böyle tepki verecek şekilde eğitiliyoruz. Hammurabi Kanunları’nın bir “mit” olduğunu kabul etmek kolaydır, ama insan haklarının da aynı şekilde bir mit olduğunu duymayı istemeyiz. Eğer insanlar, insan haklarının sadece hayallerinde yaşadığını fark ederse toplumumuzun çökme ihtimali ortaya çıkmaz mı? Voltaire Tanrı hakkında, “Tanrı yoktur ama bunu sakın hizmetkarıma söylemeyin, yoksa gece beni öldürür.” demiştir. Hammurabi aynısını hiyerarşi ilkesi altında, Thomas Jefferson da insan hakları için söylerdi.

Homo sapiens’in doğal hakları yoktur, tıpkı örümcekler, sırtlanlar ve şempanzelerin doğal hakları olmadığı gibi; ama bunu hizmetkarlarımıza söylememeliyiz, yoksa geceleyin bizi öldürürler.

Bu tip korkular çok anlaşılabilirdir. Doğal düzen, istikrarlı düzendir. İnsanlar yarından itibaren varlığına inanmayı bıraksalar bile yerçekiminin ortadan kalkma ihtimali yoktur. Buna karşın, hayali bir düzen her zaman çökme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Çünkü varlığı mitlere bağlıdır ve mitler, insanlar onlara inanmayı bıraktığı anda çökerler. Hayali bir düzeni korumak, sürekli ve büyük bir çaba gerektirir. Bu çabaların bazıları şiddet ve zorlama biçimindedir. Ordular, polis kuvvetleri, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz olarak insanların hayali düzene uygun olarak davranmasını sağlamak için çalışırlar. Eğer bir Babilli komşusunun gözünü çıkarırsa “kısasa kısas” kararını uygulamak için bir miktar şiddet gerekli oluyordu. 1860'ta Amerikan vatandaşlarının çoğu, Afrikalı kölelerin de insan olduklarını ve dolayısıyla özgürlük hakkında faydalanmaları gerektiğini düşündüğünde, Güney eyaletlerini ikna etmeleri bir iç savaşa mal olmuştu

HAPİSHANE DUVARLARI
İnsanların Hristiyanlık, demokrasi ve kapitalizm gibi hayali düzenlere inanmasını nasıl sağlarsınız? Öncelikle hayali olduğunu asla itiraf etmemelisiniz. Daima toplumun sürekliliğini sağlayan düzenin tanrılar veya doğa tarafından yaratılmış nesnel bir gerçeklik olduğunu iddia etmelisiniz. İnsanların eşit olmamasının sebebi Hammurrabi öyle söyledi için değil, Enlil ve Marduk öyle buyurduğu içindir. Ya da insanları eşit olmasının sebebi Thomas Jefferson öyle söylediğinden değil, Tanrı onları öyle yarattığı içindir. Serbest piyasanın en iyi ekonomik sistem olmasının sebebi de Adam Smith’in öyle buyurması değil, bunun doğanın değiştirilemez yasası olmasıdır. 

Ayrıca insanları baştan aşağı eğitmeniz gerekir. Doğdukları andan itibaren insanlara devamlı hayali düzenin ilkeleri hatırlatılmalıdır ve bu ilkeler her şeyi içermelidir. İlkeler peri masallarında, dramalarda, resimlerde, şarkılarda, görgü kurallarında, siyasi propagandada, mimaride, yemek tariflerinde ve modada var olmalıdır.

Evet, kitaptan yaptığımız alıntılar buraya kadar. Ne dersiniz? İnsan hakları, insan eşitliği, insan özgürlüğü vb. kavramlar doğanın bir gerçekliğinin zihnimizdeki bir izi mi yoksa, öyle olduğuna inandığımız bir hayalin (yazarın ifadesiyle 'icat'), doğada da “olduğunu sandığımız gerçekliğin” bir arayışı mıdır?

Erol

Britanyalı filozof, matematikçi, tarihçi, toplumsal eleştirmen olan Bertrand Russell, hayatının çeşitli dönemlerinde kendisini liberal, sosyalist ve barışsever olarak tanıtmış ayrıca hiçbirine derinden bağlı olmadığını itiraf etmiştir. Monmouthshire'de İngiltere’nin önde gelen aristokrat ailelerinden birinin ferdi olarak dünyaya gelmiştir.

Russell 1900'lerin başında İngilizlerin “idealizme karşı isyanı”na öncülük etmiştir. Gottlob Frege ve Ludwig Wittgenstein ile birlikte analitik felsefenin kurucusu kabul edilir. A. N. Whitehead ile birlikte Principia Mathematica adlı kitabı yayınlamıştır. Felsefi denemesi ''On Denoting'' (İfade Üzerine) adlı eseri felsefinin paradigması olarak kabul görür. Aynı zamanda geniş bir çevrece 20. Yüzyılın önde gelen mantıkçılarından biri olarak kabul görür. Çalışmaları mantık, matematik, dilbilim, bilgisayar teknolojisi ve filozofiyi, özellikle de dil felsefesi, epistemoloji ve metafiziği önemli ölçüde etkilemiştir.

Russell önde gelen savaş karşıtlarındandır. Serbest ticareti ve emperyalizm karşıtlığını desteklemiştir ve barışsever tutumundan dolayı Birinci Dünya Savaşı sırasında hapishanede yatmıştır. Daha sonra Adolf Hitler’e karşı kampanyalar düzenlemiş, Stalinci totalitarizmi eleştirmiş, Vietnam Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle Amerikan hükümetini suçlamıştır. Aynı zamanda nükleer silahsızlanmanın dobra savunucularındandır. Son eylemlerinden bir tanesi İsrail’in Orta Doğu’daki ülkelere karşı izlediği tutumu eleştirdiği bir bildiri yayınlamasıdır.

İnsan Haklarını ve düşünce özgürlüğünü savunduğu yazıları dolayısıyla 1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.

"Bir insan size herhangi bir konuda mutlak doğruyu bildiğini söylüyorsa,
onun tamamen hatalı olduğundan emin olabilirsiniz."

"Kimse başkalarının gizli meziyetleri hakkında dedikodu yapmaz."

"İyi bir yaşam, anladığım kadarıyla, mutlu bir yaşamdır. 'İyi olursan mutlu olursun' demiyorum;
demek istediğim, mutlu olursan, iyi de olursun."

"Kabul görmeyen bir görüşe sahip olmaktan korkmayın.
Şu an kabul gören her görüş, bir zamanlar kabul görmeyenlerdi."

"Hepimizin içinde sıkışıp kalmış bir sanatçı yatmaktadır.
Serbest bırakın onu ki, her yere neşe bulaştırsın."

"Sıkıntıya tahammül edemeyen bir nesil, önemsiz insanlardan oluşan, doğanın ağır işleyişinden gereksiz yere uzaklaşan,
hayati dürtüleri zamanla tükenen, tıpkı bir vazonun içindeki koparılış çiçekleri andıran bir nesil olacaktır."

"İnsanlığın başına gelen en büyük kötülük, insanların aslında yanlış olan kimi şeylerin
doğruluğundan kesinlikle emin olmasıdır."

"Başarılı olduğunuz her şey, mutluluğunuza katkı sağlar."

"Arzu edilen şey, inanma isteği değil; hatta onun tam tersi olan anlama isteğidir."

"Uygar yaşam, tamamıyla fazla evcilleşti."

İllüstrasyon Çevirisi: Hayyam
Ne gezegenimizi canlılarıyla birlikte tarumar eden icatlarımız, ne de türümüzün savaşlarının bitpazarı değeri bile olamayacağına göre, uzaylılar neyi merak eder?

Uzaydan geldiler. Bize bakıyorlar. Neyimizle ilgileneceklerini sanıyorsunuz? Günümüzde sıradan sayılması gereken bu soru hâlâ çoğumuza uçuk gelebilir. 

Musa, Muhammed, Platon, Sezar, Leonardo, Konfüçyüs, İbni Sina, Bach, Fatih... Ortak noktaları Güneş’in, Dünya’nın etrafında döndüğüne inanmaları. Bugün bile, Kopernik Devrimi’nden beş yüz yıl sonra, ABD ve Almanya’da buna inananlar nüfusun % 25’i. Hazır mıyız evrendeki yerimizi gözden geçirmeye? 

Yirmi yıl öncesine kadar gezegen sistemimizi evrende tek, dünyamızı da yaşam koşullarını haiz tek yer bilirdik.  Canlılara, dünyamıza bakışımızda, tür olarak haddini bilmez, patolojik bir benmerkezcilikten mustaribiz. Psikiyatrinin klinik vakalarında, kendini Allah sananlardan da öte bir konumdayız. 

Güneş sistemi dışında ilk gezegen (exoplanet) ancak 1995 yılında keşfedildi. Bugün, mensubu olduğumuz Samanyolu Galaksisi’nde, Dünya boyutunda 17 milyardan çok gezegen olduğu tahmin ediliyor. Evrende galaksi sayısı? 100 milyardan fazla! 

Yalnız değiliz. Diyelim geldiler. Neyimizle ilgilenecekler? 

Fizik, kimya, biyoloji gibi konularda bol keseden verdiğimiz Nobel ödülleri alanlarla değil herhalde. Bizim belki ancak asırlar sonra kullanabileğimiz teknolojilerle buraya gelebildiklerine göre, beynini incelemek için kafasından söküp laboratuvarda sakladığımız bir Albert Einstein onların ne kadar ilgisini çekebilir ki? 

Ne gezegenimizi canlılarıyla birlikte tarumar eden icatlarımız ne de türümüzün savaşlarının bitpazarı değeri bile olamayacağına göre, ne? Çeşitli dinlerimizin onlarca tanrıları mı? Belki. 

Bayraklarla, dinlerle, sınırlarla dünyayı parselleyip kendimizi taraflaştırdığımızdan, umarım gelenleri tehdit olarak görmez, alanını koruyan diğer hayvanlar gibi onlara saldırmayız. 

Türümüzü, başka türlere göre ilk kayda değer kılan, evrimimizde devrim niteliğinde sayılan 30-40 bin yıl önceki mağara resimlerinde, heykelciklerde, oymalarda ifadesini bulan kültür patlaması. Yoksa tek, çift ya da dört ayak üstünde durmak çeşitlilikten öte bir şey değil. Farklı canlıların kendilerine özgü, çoğunu çözemediğimiz, farklı dilleri var. Alet yapmak bir anlamda bize özgü olabilir, ancak uzaydan gelebilenler için ister kürek olsun, ister bilgisayar, ne önemi olabilir? 

Türümüzün tarihinde yaşadığımız her ortam sanata uygun olmamış, yaratıcılığı teşvik etmemiş. Çoğu zaman devletlerle dinler kendi hegemonyasını pekiştirmeyen, propagandasını yapmayan sanata, uzak durmak bir yana, icracılarını susturmuş, canına kıymış. Sanat adına yapılanı ayıplamış, yasaklamış, tahrip etmiş. Kabuk değiştiren, krizden krize sürüklenen, egemen düzenin meşruiyetini yitirdiği bu dönemden sanat da nasibini alıyor. 

Eğitim sistemimiz, demokrasi anlayışımız, toplumsal değerlerimiz gibi, sanatımız da genellikle aynı çöküşün, yozluğun, olumsuzluğun, para ve hırsın egemenliğinin ifadesi. En iyi anlamıyla günümüzde sanat, geçmişin taklidi değilse, toplumu, düzeni eleştirmenin kısırdöngüsünde. 

Lakin bu da tarihimizde geçici bir dönem. Türümüzü ve dünyayı yok etmeden yeni bir sürece varabildiğimizde, ‘maymun istihamız’ (aslında maymunlar bizim kadar sabırsız ve fütursuz mu, bilmiyorum) ve kapitalizmin ivmesiyle her birini devreye soktuğumuz icatlarımızın toplumsal yaşantı ve değerlerimize egemen olması sona erecek. Teknoloji ve insan arası açılan makasın kapatılmasıyla, küresel uygarlığa geçişin gelecek için basamak taşı yapılmasıyla, türümüz yaratıcılık ile duyarlılığı birleştiren vicdanı doğrultusunda yeni sanatını yaratacak. 

Ne makineler ne de savaşlar. 

Uzaydan geleceklerin tek ilgilenebileceği sanat dünyamız.

Gündüz Vassaf
Sevmek sahiplenmenin en güzel biçimidir herhalde; sahiplenmek ise, sevmenin en kötü biçimi.” Jose Saramago.

Bir grup üniversite öğrencisine, üzerinde, okudukları üniversitenin arması bulunan bir bardak gösterilmiş. Hemen ardından da kendilerine şu soru sorulmuş.

"İstersen, üniversitenin arması bulunan bu bardağı sana 'bedava' verebiliriz. Eğer, bardağı istemezsen, bardağın tahmini bedelini söyle, sana o bedeli vereceğiz" demişler. Bir başka deyişle, öğrencileri, ya bardağı almaya ya da öğrencilerce tahmin edilecek olan bardağın değeri karşılığı Doları almaya yönelik seçime zorlamışlar.

Öğrencilerin büyük bir çoğunluğu parayı tercih etmiş. Parayı kabul eden öğrencilerin bardak için biçtikleri ortalama fiyat 3,5 Dolar olarak tespit edilmiş.

Buna karşılık aynı üniversitenin başka bir grup öğrencisine aynı bardak 'bedava' olarak verilmiş. Bir hafta sonra, bedava bardak verilen öğrencilere geri dönülerek, kendilerine verilen bardağı satın almak istediklerini, bunun için de gereken bedelin kendilerine ödeneceği belirtilmiş. Elinde, üniversitenin arması bulunan bardağı geri satmayı düşünen öğrencilerin talep ettiği ortalama fiyat 7,5 Dolar olmuş.

Bir şeyi satın alır veya beğenip sahiplenirsek, zaman içinde o şeye değer atfeder ve benliğimizin bir parçası haline getiririz. Bir başka deyişle, benliğimizi bu tür sembollerle zenginleştiririz. Dolayısıyla, onu elden çıkartma durumunda ilk durumundan daha fazla değer atfederiz. Düşüncelerimizi, o şeyin "sahibi" olmakla "haklı" çıkartacak şekilde rasyonalize ederiz (mantığa büründürürüz) ve benimseriz. Buna "mülkiyet duygusu" denir. Aksi halde, zihnimiz, satın alınan mal ve hizmete ait değerleri, sahip olduğumuz, var olan duygusal bilgilerimizle (değerlerimizle) eşleştiremediği zaman, çelişkiye girer, stres yaratır. Bunu, "içime sinmedi" olarak tabir ederiz.

Mülkiyet duygusu kültürel yani sonradan öğrendiğimiz bir kavram olmayıp "doğuştan" gelir. Bazı satışçılar bunu iyi bildikleri için, satışını hemen gerçekleştiremedikleri malları veya hizmetin belli bir bölümünü, bir müddetliğine tüketiciye, kullanması için verirler. Aradaki zaman ile, beyindeki mülkiyet duygusu mekanizmasını çalıştırarak, tüketicinin o malı sahiplenmesini ve dolayısıyla satın alması sağlanır. Satış literatüründe buna "yavru köpek metodu" adı verilir. (Kısa süreliğine, kendisine verilen yavru köpeğe alışan kişinin, köpekten vazgeçememesine istinaden).

Nitekim, reklamlarda, "beğenmezseniz, bedeli geri ödenecektir" şeklindeki ifadelerde, tüketiciye verilen güvencenin altında, zihnimizin bu mekanizmasını "kullanma" anlayışı yatmaktadır. Buradaki 'kullanma' tabiri ile tüketicinin kendisi değil, mal veya hizmeti satmayı düşünen kişi veya kuruluş kastedilmektedir.

MAL, CANIN YONGASIDIR.
Bir başka araştırmada, deneğe 10 Dolar verilir. Sonra bu kişi, yazı tura oyununa davet edilir. Yazı tura sonucunda kazanırsa, 10 Dolar daha verilecektir, kaybederse elindeki 10 Dolar alınacaktır ve oyun bitecektir.

Aynı araştırmanın ikinci aşamasında kişiye 20 Dolar verilir. Yine yazı tura oyununa davet edilir. Kazanırsa yine 10 Dolar alacak, kaybederse elindeki 20 Doların 10 Dolarını iade edecektir. Diğer bir deyişle kazanç ve kayıp, birinci aşamada olduğu gibidir. 

Yapılan bu çalışmalardan, kaybedenlerin durumu incelendiğinde, birinci aşamada kendilerine 10 Dolar verilip de kaybedenlerin daha az, buna karşılık kendilerine 20 Dolar verilip de yazı tura sonucu kaybı nedeniyle 10 Dolarını iade edenlerin daha fazla üzüldüğü görülmüştür. 

Yazımızı bir fıkra ile bitirelim. Adam yolda giderken ağlayan küçük bir çocuk görür. Merak ederek çocuğa neden ağladığını sorar. Çocuk, hıçkırıklar arasında, “babasının kendisine verdiği 1 Lirayı kaybettiğini” söyler. Adam, cebinden 1 Lira çıkartır ve çocuğa verir. Çocuk bu defa daha fazla ağlamaya başlar. Adam sorar “çocuğum, neden ağlıyorsun? Kaybettiğin 1 Lirayı sana verdim ya !”. Çocuk cevap verir “ eğer 1 Lirayı kaybetmeseydim, şimdi 2 Liram olacaktı.”


Erol

Örnekler için kullanılan kaynak:
Nöro Ekonomik Yaklaşımlar, Elif Haykır Hobikoğlu, İktisadi Ararştırmalar Vakfı, 2014


Arizona Üniversitesi ve Sydney Üniversitesi’nden araştırmacılar, Nature dergisine yazdıkları makalede, 450 ışık yılı uzaklıktaki genç yıldız LkCa15’in etrafında yeni bir gezegenin doğuşunu görüntülediklerini belirtti.

Yıldızın yörüngesinde dönen gezegen öncesinde oluşan diskteki bir açıklık araştırmacıların ilgisini çekmiş. Bu diskler yıldızın oluşumundan kalan artıkları içeriyor ve uzay bilimciler gezegenlerin, toz ve bu materyalleri toplayarak oluştuğunu düşünüyor. Yani, bu materyaller gezegenlere ya da yıldıza yayılmayınca gezegen oluşumuna neden olabiliyor.

Arizona Üniversitesi’nde lisansüstü programı öğrencisi Stephanie Sallum, bunun uzay bilimcilerin halen oluşumunu sürdüren bir gezegeni ilk kez görüntülemesi olduğunu söylüyor.

Çalışma arkadaşı Kate Follette de buna katılıyor.

Daha önce kimsenin tartışmasız biçimde yeni bir gezegen oluşumunu görüntülemediğini söyleyen Follette, bundan önce görüntülenen olaylara alternatif açıklamalar getirildiğini ancak bu örnekte doğrudan resim çektikleri için gezegen oluşumunu reddetmenin güç olduğunu söylüyor.

Araştırmacılar bugüne kadar 2 bin civarında gezegen keşfetti. Ancak bunların yalnızca yüzde 10’unun fotoğrafı çekilebildi.

Follette, bu güneş sistemini seçmelerinin nedeninin çok genç bir yıldız etrafında oluşan bir sistem olması ve yıldız oluşumu sürecinde arda kalan çok materyal olması olduğunu söylüyor. Sistemi büyük bir halka tatlısına benzeten Follette, sistemin özel olduğunu, çünkü çok az sayıda güneş sistemi boyunda boşluğa sahip disklerden birine sahip olduğunu belirtiyor. Böyle boşlukların oluşmasının bir nedeni de buralarda gezegen oluşuyor olması.