2011 yılında hayatını kaybeden Christopher Hitchens, yaşamı boyunca din ya da devlet otoriteleri tarafından dayatılan her türlü fikrin sorgulanabilmesi için mücadele etmiş, gerek yazınsal anlamda gerekse de faal bir aktivist olarak olaylara karşı sessiz kalmamış, fikirlerini cesurca ifade etmiştir. Aynı zamanda ateizmin günümüz kollarından biri olan "New Atheism" kavramının da kurucu ve yaşatıcılarındandı kendisi.

Genç Felsefeciye Mektuplar, Rainer Maria Rilke'nin "Genç Bir Şaire Mektuplar" adlı kitabındaki ana fikirden yola çıkılarak hazırlanmış, kendisine yöneltilen -hayali- mektuplara verilen cevapların bir derlemesidir. Diğer bir deyişle, Hitchens, kendisine çeşitli konularda meraklı gençlerin yazdığı mektuplara kendi hayatından ve fikirlerinden örnekler vererek cevap sunmakta, bu şekilde kendisini daha iyi ifade ettiğine inanmaktadır.

Hitchens'ın mektupları hakikaten de kendi anılarının ve düşüncelerinin bir derlemesi şeklindedir. Geçmişten veya içinde bulunduğu zamandan örnekler vermekte, politik yorumlarını esirgememekte, tanıklık ettiği tarihi olayların ve kişilerin küçük sırlarını okurla paylaşmaktadır. Oldukça samimi bir dille kaleme alınan bu mektuplar, bir insan için çeşitli otoritelerce önüne konulan bilgi ve fikirlerin her zaman şüpheyle sorgulanması gerektiğinin birçok güzel örneğini barındırmaktadır.
"Kariyer yerine yaşanmış bir hayat yaşa. Doğru olanın korunmasında yer al. Yaşanan özgürlük, yaşadığın birkaç kaybı telafi edecektir. Diğerlerinin tarzını beğenmiyorsan, kendininkini geliştir. Çoğalmanın hilelerini bil, sohbetlerde kendini ortaya koy ve o zaman çalışmanın keyfi günlerini doldurur."
[PDF Formatında Oku / İndir]
Oyunun adının “Iowa Kumar Deneyi” olarak isimlendirilmesinin sebebi, oyunu tasarlayan kişinin o zaman için Iowa Üniversitesi Tıp Koleji’nde, doktora sonrası Antoine  Bechara tarafından ortaya konmuş olmasındandır. Oyun, Hanna Damasio tarafından bir basamak daha ileri götürülmüştür.

Amaç, oyun esnasında beynimizin nasıl karar verdiğini, seçimlerimizi nasıl yaptığımızı görmektir. Hatta, yazının sonunda söyleyeceğimizi baştan söylemek gerekirse, beynimizin bir tarafları çoktan karar verdiği halde, bilincimizin bunun farkında olmadığıdır.

O zaman oyunun nasıl oynandığına geçelim.

Bir masada A, B, C, D olarak isimlendirilen dört adet iskambil destesine benzer deste vardır. Bir denek, destelerden çekmek üzere masaya oturtulur. Deneğe  2000 $ borç para verilir. Denekten yapması istenilen şey, önündeki A, B, C, D destelerinden hangisinden ve hangi sırada isterse kâğıt çekmesidir. Söz gelimi denek, A destesinden arka arkaya 3 adet kart çekimi yaptıktan sonra C destesine yönlenerek 2 adet, sonra B destesinden 6 adet ve tekrar A destesine dönerek 1 adet çekebilir ve bu şekilde devam edebilir. İsterse, tüm seçimlerini aynı desteden de yapabilir. Sonuçta, hangi desteden ne miktar ve hangi sırada seçtiğine dair karar, tamamen deneğe aittir.  Ancak deneğin bilmediği bir şey vardır. Deneğin, destelerden çektiği toplam kart sayısı 100 adet olduğu anda, deneyi gerçekleştiren kişi, deneyi sonlandıracaktır.

Oyunun kurallarını açıklamaya devam edelim. Denek, kartları çektikçe, kartlarda yazan miktar kadar ya kazanacaktır ya da kaybedecektir.  Söz gelimi çekilen kartların üzerinde 50$ kazandınız, 25$ kazandınız, 75$ kaybettiniz, 100$ kazandınız veya 100$ kaybettiniz gibi ibareler vardır. Denek, kazandıkça, deneyciden karttaki kadar para alacak, kaybettikçe de kartta yazan miktar kadar para verecektir.

Ancak, deneye katılan deneğin bilmediği bir şey daha vardır. A ve B destesi öyle bir ayarlanmıştır ki, 100$, 250$, 500$ kazandırabilirken, bir anda 500$ hatta 1000$ kaybettirebilmektedir. Buna karşılık, C ve D destesi daha mütevazi rakamlarla donatılmış olup, 25$, 50$, 75$ ve en fazla 100$ kazandırabilecek veya kaybettirebilecek şekilde hazırlanmıştır. 

Şu halde oyunun kurallarını özetlersek; dört adet desteden A ve B olarak isimlendirilen desteler riskli, B ve C olarak isimlendirilen desteler ise mütevazi rakamlarla kazandırmaya veya kaybettirmeye ayarlanmış kağıtlar olup deneğin bundan haberi yoktur. Denek, istediği sırada olmak üzere istediği desteden istediği kadar seçim yapabilmektedir. Ve ayrıca, deneyi yapan, kartların toplam sayısı 100 olduğunda deneyi durdurmaktadır. Tabii ki, hangi destelerin riskli hangilerinin  mütevazi kayıp ve kazançlar içerdiği ile toplam 100 adet kart sayısına varıldığında, deneyin durdurulacağından deneğin haberi yoktur.

Deney başladığında, denekler, hemen hemen ortalama olarak toplamda 30 kart seçtiklerinde, hangi destelerin riskli, hangilerinin nispeten kazandırabilen desteler olduğunun farkına varmaktadırlar. Bazı hırslı denekler, oyun içinde zaman zaman daha fazla kazanmak için A ve B destelerine  dönseler de, beklediği büyük kazançlar yerine, büyük kayıplarla karşılaşınca, deneye tekrar C ve D destelerinden devam etmektedirler.

BEYİNDE NELER OLUYOR?
Elbette ki bu kararları beynimizin düşünen ve planlayan, muhakeme yapan, alnımızın arkasında ve adına prefrontal korteks denilen kısımla yapıldığın biliyoruz. Peki bu deney, sadece prefrontal korteksin yani düşünen beyin dediğimiz kısmın kontrolünde mi yapılmaktadır? Bu defa deneye, yine beynimizin ön tarafına isabet eden, prefrontal korteks dediğimiz kısmın biraz daha aşağılarında, bir kısmı beynimizin  önünde, bir kısmı da beyin yarıkürelerinin içinde kalan ve adına ventromedial prefrontal korteks denilen ve herhangi bir nedenle bu kısmı hasar görmüş kişiler (hastalar) deneye dahil ediliyor. Diğer bir deyişle,  Bu kişilerin (hastaların)  prefrontal korteks denilen beyin kısımları son derece sağlam oldukları halde, ventromediyal prefrontal korteksleri hastalık, kaza veya doğuştan hasarlı kişilerdi. Bu arada hemen söyleyelim ki, bu kişiler, diğer karar mekanizmaları itibarıyla, gündelik hayatta, normal kişilerden çok da farklı davranmıyorlardı.

Ventromedial prefrontal hasarlı kişiler, bu deneye dahil edildiklerinde, normal kişilere göre farklı davranıyorlardı. Oyun esnasında, A ve B destelerinden daha fazla kazandıklarını görüyorlar, en yüksek kayıpların da aynı desteden olduğu gördükleri halde A ve B destelerinden kart çekmeye devam ediyorlardı. Hatta bazen, oyunun yarısına gelmeden  ellerinde para kalmıyor, deneyi yapan kişiden (deneyci)  ilave borç para istiyorlardı. İşin ilginç tarafı, deneye, kumar tutkunları da dahil edildiğinde, onlar da bir müddet sonra riskin farkına varıyorlar ve C, D destesine yöneliyorlardı.

Beynin, prefrontal korteks haricinde (prefrontalin hariç olmasının sebebi, kararı alabildiğimiz beyin bölgesi olduğu için) başka yerleri de kısmen hasarlı olan kişiler bile deneye dahil edildiklerinde, bir müddet sonra A ve B destesinin riskli olduğunu görüyor, C ve D destesine yöneliyordu.

Deneyi yapan kişi, deneyde fark yaratan kısmın ventromedial prefrontal hasarı olduğu ve dolayısıyla, bizi böyle bir deneyde riskten kaçınmamızı sağlayan kısmın ventromediyal prefrontal kısmın varlığı olduğunu anlamıştı. Peki bu kısım, bizi, deneydeki riskten ne tür bir işlevle kaçınmamızı sağlıyor olabilirdi? Şöyle bir akıl yürüttü. Ventromediyal prefrontal kısım, riskli durumlarda deneği denetliyor olmalıydı. Bir başka deyişle, ceza durumlarında bu kısım devreye giriyor ve kişiyi yaptığı davranış için frenliyor olmalıydı. 

Bunu belirlemek için, deneyci bu defa, deneklerin haberi olmadığı bir ortamda kağıtları yeniden düzenledi ve her desteyi, kaybetme sıklığı daha fazla olan kağıtları destenin üstüne gelecek şekilde düzenledi. Bir başka deyişle, hangi desteden seçerlerse seçsinler, destelerin en üstüne, deneklerin, diğer oyunların ortalamasına göre daha çok kaybedeceği şekilde dizimler yapıldı.

Her deste için, daha fazla kayıp verecek kağıtların üste dizildiği durumlarda, ventromediyal prefrontal hasarlı kişiler, normal kişiler gibi davrandılar. Venrtromediyal prefrontal hasarlı kişiler de, normal kişiler gibi deneyin bu düzenlemesinde, yüksek miktarda kayıp verdiren A ve B destelerinin yerine daha küçük kayıpların olduğu C ve D destelerine yöneldiler. Şu halde beynin bu kısmının (ventromediyal prefrontal kısım) cezalandırma ile bir ilişkisi yoktu. 

Bu saptamalara bakarak, normal kişilerin, ortalama 30 kart çekiminden sonra  A ve B destelerinden kaçınarak C ve D destelerine yönelmesini ventromediyal prefrontal korteks sağlıyor olmalıydı. Yani, ventromediyal prefrontal korteks, bizi, "geleceğimize de yatırım yapmamızı" söylüyordu. Dolayısıyla, bireyi sadece şimdiki hazlar için değil, gelecekte de varlığını sürdürmek üzere bir programa doğru itiyor olmalıydı. 

Özetlersek, ventromediyal prefrontal korteks, geleceğimize yatırım yapmaya, şimdinin hazzına takılmamızı önlemeye çalışarak, gelecekte de varlığımızı sürdürmemize yol açıyordu. Söz gelimi, birkaç yüz bin yıl evvelinde  avlandığımızda, yediklerimizin haricinde kalanları saklamak veya avın hepsini değil bir kısmını yiyerek bir kısmını da saklamamız ve gelecekte de varlığımızı sürdürmeye yöneltiyordu.

Ventromediyal prefrontal korteks yoksa veya hasarlı ise, beyin sadece şimdiyi ve şimdiye ait "çıkarlar" ile le ilgileniyor fakat kayıplara dikkat etmiyordu. “Şimdi” kavramı onlar için daha ön plana çıkıyordu. Söz gelimi, uyuşturucu almış veya alkol almış kişiler için de “şimdi” önemlidir. Sarhoş bir kişinin alkol nedeni ile geleceğe yönelik ufku o kadar daralır ki, böyle kişilerin beyni neredeyse “şimdiyi” çok daha net olarak görürler. Yani onlar için, gelecekten çok, şimdi önemlidir. Dolayısıyla, bu kişileri (sarhoş veya ventromediyal prefrontal hasarlı kişileri) geleceğe dair sözler ile değil ama şimdiye dair olabilecek sözlerle  ikna etmek daha kolaydır.

Kaba bir benzetme ile, telefonumuzun olmadığı, bize yardımcı olacak başkaca hiçbir aracın geçmediği, köy veya kasabanın olmadığı bir yolda, ortalama 90 km. hızla gittiğimizde benzini tasarruflu kullanarak, bilgisine sahip olduğumuz ve ancak varabileceğimiz bir benzin istasyonunu hedeflemek yerine, 160-170 km. hızla gidip, o anın keyfini çıkarmak, ancak, benzin yetmediği için de yarı yolda kalmak gibidir

İnsana ait en belirleyici özelliklerden biri anlık sonuçlardan çok, gelecekteki olasılıklar tarafından yönlendirilmeyi öğrenme yeteneğidir. Bunu çocuklukta öğrenmeye başlarız. Ventromediyal prefrontal hasarlı kişiler geleceğe yönelik yönlendirme bilgilerini kaybettikleri gibi, geleceğe yönelik yeni bilgileri edinme yetenekleri de ortadan kalkmış demektir. Bir başka söylemle, ventromediyal hasarlı kişiler için, geleceğe dair yapılacak yeni bir yatırım (düşünce, davranış vb.) öğrenme süreci kapanmıştır.

Anlıyoruz ki, bu kısmın hasar görmesi, gelecekle ilgili, zihinde depolanmış imgelerle (bilgilerle)  sinir bağları kopmuş olduğu için bağlantı kuramıyor demektir. Veya geleceği değerlendirmeye dair bilgiler, sinir bağlarının yetersizliği nedeniyle son derece zayıf bilgiler taşıdığı için, kişinin şimdiyi yaşama isteğine karşı koyamıyor diye düşünebiliriz.  Dolayısıyla bu zayıf bilgiler, işleyen bellekte (bunu, bilgisayarın REM belleğine benzetebiliriz) geleceği değerlendirecek kadar fazla kalamıyor anlamı da çıkmaktadır. 

Deneyi yapanlar bu duruma “Gelecek miyopluğu” adını vermişler.

DENEYE İLAVE
Deneyi yapanlar, deneye bir ilave daha yaptılar ve denekleri poligrafa bağladılar. Böylece deri iletkenliklerini de ölçebileceklerdi. Deri iletkenliği ölçmek demekle ne demek istediğimizi biraz daha açıklamak gerekirse, denek, kağıtları çekerken kazandığında veya kaybettiğinde, derilerinden salgılanan bir miktar ter, elektrik iletkenliğini arttıracak ve bu da -diyelim ki kişinin parmağına takılı bir almaç ile- almaca bağlı cihaz vasıtasıyla kazanma ve kaybetmenin etkilerini deri üzerinden ölçerek bir grafik olarak belirlemeyi kastediyoruz.

Deneyi yapanlar, gerek normal kişiler gerekse ventromediyal prefrontal korteksi hasarlı deneklerle deneyi tekrarladılar. Gördüler ki, gerek normal kişilerle yapılan deneylerde, gerekse ventromediyal prefrontal korteksi hasarlı olan kişiler, desteden kağıt çektiklerinde  hem  para kazandıran hem de para kaybettiren kağıt geldiğinde, almaçların bağlı olduğu yerde ter miktarı ve dolayısıyla deri geçirgenliğinin arttığı görüldü. Bir başka deyişle, normal kişiler de beyin hasarlı kişiler de o andaki kayıp ve kazançlardan etkileniyorlardı. 

Oyunda birkaç kart açıldıktan sonra, normal deneklerde çok şaşırtıcı bir gelişme başladı. Kötü desteden (A veya B) seçmeden hemen önce, yani denekler, deneycinin kötü olduğunu bildiği (tabii ki, deneklerin hangi destelerin riskli olduğunu bilmediklerini bir daha hatırlatalım) bir desteden kart açmayı düşündüğü veya niyet ettiği sırada, bir deri iletkenliği tepkisi oluşuyor ve tepki, oyun ilerledikçe artış gösteriyordu. Diğer bir deyişle, deneklerin beyni yavaş yavaş kötü bir sonucu tahmin etmeyi öğrenmeye başlıyor ve kart fiilen açılmadan önce, söz konusu destenin görece riskli veya kötü olduğunu işaret ediyordu. Ancak, deneklerin bilinçli beyni bunun farkında değildi. Çünkü, denekler, ortalama 30 kağıt çekişte hangi destenin riskli olduğuna bilinç dahilinde karar verirken, deri iletkenliğini ölçen poligraf, çok daha öncesinden (söz gelimi ortalama 20, kart çekiminde) bunun farkına varmaktaydı. Daha da açık söylemek gerekirse, denek, bilinçli olarak kartın ne çıkacağını bilmeden kartı çekmeye yönelirken, deri iletkenliği o destenin riskli olduğunu çoktan göstermişti bile.  Anlaşılıyordu ki, oyun başlangıcında, beynimizin bilinçli kısmı olan prefrontal korteks ile geleceğe yatırım yapan ventromedial prefrontal korteks kısmı beraberce öğrenmekteydi. Ancak, oyun ilerledikçe ventromedial prefrontal korteks, deneyimlediklerini, düşünen beyinden (prefrontal korteks) çok daha önce tahmine çevirmektedir.

Normal deneklerin bu tepkileri  ilginç olmakla birlikte, ventromedial prefrontal hasarlı hastaların (deneklerin) kayıtlarında görülenler daha da ilginçti. Yani, ventromedial prefrontal hasarlı hastalarda, normal deneklerde olduğu gibi, riskli desteye yönelme anındaki deri iletkenliği söz konusu olmamaktaydı. Beyin hasarlı hastalarda, beyinlerinin gelecekteki kötü sonuçla ilgili  tahmin geliştirdiğine dair herhangi bir belirti yoktu. İşin ilginç tarafı, oyun ilerledikçe ventromedial prefrontal hasarlı hastalar, bilinçli olarak hangi destenin daha riskli olduğunu farketseler de riskli desteden kağıt çekimi esnasında deri iletkenliğine dair bir işaret vermiyorlardı. Çünkü, normal kişilerde görevde olan bölüm, hasarlı hastalarda çalışmıyordu.

Deneyi, kitabında kaleme alan Antonio R. Damasio şöyle diyor: “Buna göre gizli, bilinçdışı bir tahmin, her türlü 'bilişsel' süreçten önce oluşmaktadır."

Bundan anlıyoruz ki, aslında bilincimiz daha farkında bile olmadan bir anda durduk yerde ortaya çıkan ve adına “sezgi” veya "önsezi" dediğimiz mekanizma için mistik veya metafizik bir atfa gerek kalmadan beynin bir işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Belli ki evrimsel süreç, bundan birkaç milyon yıl evvel insanın atalarının henüz düşünen beyninin olmadığı veya henüz ortaya çıkmaya başladığı zamanlarda, kendisini olası tehlikelerden koruyacak  sezgi veya dürtü olarak bu riskten uzaklaştıracak en azından riskleri azaltacak ve böylece hayatta kalmasına yardımcı olacak bir mekanizmayı hediye etmiş görülüyor.

Kararı biz mi veriyoruz, yoksa bizim adımıza beynimiz mi? Siz ne düşünüyorsunuz?



Erol


Kaynaklar:
Antonio R. Damasio, Descartes'in Yanılgısı, Varlık Yayınları (1999)
http://www.turkpsikiyatri.org/blog/2012/03/31/frontal-lob-islevleri/
http://www.dusunenadamdergisi.org/tr/TMakaleDetay.aspx?MkID=934


2005 yılında cüce gezegen Eris'in Caltech'de gökbilimci Mike Brown ve çalışma arkadaşları tarafından keşfedilmesi, bir yıl sonrasında Plüton’un 9. gezegen unvanının elinden alınmasına yol açmıştı. Brown da Plüton'u ünvanından eden kişi olarak, Twitter'ı "plutokiller" yani Türkçe'siyle "Plüton’un katili" adıyla kullanıyordu.

Brown ve çalışma arkadaşlarının The Astronomical Journal'da yeni yayımlanan çalışmaları ise, hiç şüphe yok ki, Eris'in keşfinden daha büyük heyecan yarattı. Bu çalışmada, Güneş Sistemi’nde bulunan, "Planet Nine" olarak adlandırdıkları ve "Phattie" takma adını taktıkları gerçek dokuzuncu gezegenin keşfedildiği öne sürülüyor. Bu gezegenin neredeyse Neptün boyutlarında olduğu düşünülüyor.

"Düşünülüyor" denmesinin sebebi, bu gezegen henüz gözlemlenememiş olması. Fakat, bilim insanları bu gezegenin varlığının delillerini sunuluyorlar.

Gözlemevi kurucusu Percival Lowell'ın Planet X'in (gezegen X) Güneş Sistemi'nin kenarlarında saklandığını öne sürmesinden yüz yıl sonra, bilim insanları Planet Nine olarak adlandırdıkları bir gezegenin varlığının en iyi delillerine sahip olduklarını belirtiyorlar.

Planet Nine üzerine yapılan yörüngesel hesaplamalara göre, eğer böyle bir gezegen varsa, yaklaşık olarak Dünya'nın 10 katı ağırlığına sahip. Ayrıca, bu gezegen Güneş'in etrafındaki dönüşünü yaklaşık olarak 10,000 ila 20,000 yıl arasında tamamlıyor ve Güneş'e olan uzaklığı hiçbir zaman Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığının yaklaşık olarak 200 katından (200 au) daha yakın olmuyor. Bu mesafe Planet Nine'ı, Plüton’un çok daha ötesine, Kuiper kuşağı bölgesine atıyor. Ayrıca bu gezegen, bilinen diğer uzak nesnelere göre ters eksene sahip.

Planet Nine (Gezegen Dokuz) Nerede?

Makalenin yazarlarından Mike Brown bloğunda bu konu hakkında bilgi veriyor. Brown'a göre bu gezegenin varlığı, Güneş Sistemi'nin en dış bölgelerinde bulunan nesneler üzerindeki çekimsel etkisi kullanılarak ortaya çıkarıldı. Araştırmacılar bunun için, Kuiper kuşağında bulunan nesnelerin gözlemleri ve bilgisayar simülasyonlarının kombinasyonu kullandılar. Brown ayrıca yaptıkları çalışmadan da oldukça emin:
"Bu sonuçlara hala son şeklini vermeye çalışıyoruz, yani son bilimsel yayında bazı şeyler bir miktar değişirse şaşırmayın; eğer çok fazla şey değişirse şaşırabilirsiniz."
Planet Nine muhtemelen Neptün'den biraz daha küçük ve gazlı dış kabuğu da buzlarla kaplı. Uranüs ve Neptün'ün kütle çekimsel kuvveti Güneş Sistemi'nin ilk 3 milyon yılında, Planet Nine'ı dışarıya doğru itmiş olabilir.

Bu gezegenin teleskop ile gözlemlenmesi de oldukça zor. Çünkü bu gezegen zamanının büyük bir bölümünü Güneş'ten uzakta geçiriyor ve bu durum daha sönük gözükmesine yol açıyor. Brown ve çalışma arkadaşları, Hawaii'deki Subaru teleskobuyla Planet Nine’ı gözlemlemeye çalışıyorlar fakat henüz bunu başarabilmiş değiller. Brown'ın belirttiğine göre; Şili'deki Large Synoptic Survey Telescope bu gezegeni bulmak için bir şans olabilir. Şili'deki bu teleskop 2020'den sonra hizmet vermeye başlayacak.

Fakat, bu gezegenin varlığının test edilmesinin başka yolları da var. Planet Nine'ın kütle çekimi, Kuiper kuşağındaki nesnelerin abartılı bir şekilde eğik eksende dolanmalarını sağlaması gerekiyor. Bu nesnelerden birkaçı hali hazırda belirlenmiş durumda. Fakat, daha fazla nesnenin ekseninin keşfedilmesi ile istatistikler desteklenebilir ve Planet Nine'ın varlığının delilleri arttırılabilir. Yani, her ne kadar bu gezegen teleskop ile gözlemlenememiş olsa da, varlığının delillerinin arttırılması için yine teleskoplara başvurmak gerekiyor.

Rozanov’un nihilizm tanımı en iyisi: "Gösteri biter. Seyirciler gitmek için ayağa kalkarlar. Paltolarım alıp eve dönme zamanı. Geriye dönerler... Paltolar yok, ev de yok."

Nihilizm mitin çöküşünden doğar. Mitik açıklamalarla -Cennet, Kurtuluş, Allah’ın İradesi- gündelik yaşam arasındaki çelişkinin herkes tarafından görülebilir olduğu dönemlerde, bütün değerler bir girdabın içine çekilir ve altüst olur. Bir kez mit İktidarın yollarını insanların gözünde haklı çıkaramadığında, toplumsal eylem ve deneyin gerçek imkanları ortaya çıkar. Mit toplumsal baskıyı hem mazur görür hem de destekler. Onun patlaması uzun zamandır otantik deneyim alanından dini aşkınlık ve soyutlama alanına püskürtülmüş bir enerji ve yaratıcılığı serbest bırakır.

Klasik felsefenin sonu ile Kilise’nin yenilenmesi arasındaki fetret devrinde, toplumsal düzenin daha önceki her biçimi birdenbire sorgulanmaya başladı. Sayısız yaşam stili anında kurgulandı ve icra edildi, tarikatlarınkinden Caligula ya da Neron’un sapkınlıklarına kadar. Bir kez mitin birliğine meydan okunduğunda, toplumsal varoluşun bütün biçimleri parçalanır. Aynı şey feodal toplum ve Hıristiyan mitinin çözülüşüyle de gerçekleşti. Artık hiçbir şey kesin değildi ve her şey mümkündü. Her türlü deney ve araştırma. Gilles de Rais neredeyse bin çocuğa öldürene kadar işkence etti; 1525 yılının devrimci köylüleri Yeryüzündeki Cennet’i kurmaya kalkıştılar. 1789 aynı toptan yıkımı birdenbire getirdi, bu sefer önemli bir fark vardı: siyasi tepkilere rağmen, tutarlı bir mitin yeniden inşası bütünüyle olanaksız hale gelmişti.

Hıristiyanlık kimi gnostik tarikatlerin patlayıcı nihilizmini tesirsiz hale getirdi ve geriye kalanlardan yeni bir düzen emprovize etti. Ama burjuva dünyasının düzeni nihilist enerjinin mit düzlemine yeniden kazandırılmasını olanaksız hale getirdi. Burjuva tasarımı aşkın "öteki dünya"nın yıkılışının ta kendisiydi, bu dünyanın ve onun pazar değerlerinin egemenliğiydi. Burjuvazi mit yerine ideoloji üretebilir ancak. Ve ideoloji özünde kısmi, teknik bir rasyonalite olduğundan, hiçbir zaman nihilistin topyekün yadsımasını kendi içinde eritemez.

Nihilist yaşamakla ayakta kalmak arasındaki ayrımı ciddiye alan birisidir. Eğer yaşamak imkansızsa, niçin ayakta kalmalı? Bir kez bu boşluktaysanız artık, her şey kırılır. Dehşet. Geçmiş ve gelecek patlar; şimdiki zaman sıfır noktasıdır. Ve sıfır noktasından yalnızca iki çıkış vardır, iki tür nihilizm: aktif ve pasif.

Pasif nihilist değerlerin yıkılışı konusunda ulaştığı berraklıkla uzlaşır. Son bir nihilist jest yapar: Davasına karar vermek için zar atar ve onun sadık kölesi olur. Sanat için ve biraz da ekmek için... Hiçbir şey doğru değildir ve böylece bir iki hareket moda olur. "Enteller", patafızikçiler, gizlifaşisller, nedensizlikler estetleri, yabancı ordudaki ücretli askerler, popsanatçılar, "psychedelic" emprazaryolar... Takım takım bandolar kendi "credo quia absürdüm est" versiyonunu çalarlar: İnanmıyorsunuz ama gene de yapıyorsunuz; alışırsınız hatta sonunda hoşlanabilirsiniz bile. Pasif nihilizm konformizme uvertürdür.

Zaten en sonunda, nihilizm, bir geçiş, kayıp duran, kötü-tanımlanmış bir bölge, iki aşırı uç arasında bir tereddüt döneminden başka bir şey olamaz. İki kutup arasında intiharın ve yalnız katilin, Bettina’nın devletin suçu diye tanımladığı suçlunun çorak ülkesi, ıssız bir toprak uzanır. Karındeşen Jack özünde ulaşılmazdır. Hiyerarşik gücün mekanizmaları ona dokunamaz; devrimci irade de ona ulaşamaz. O sıfır-noktasına, ötesinde, yıkımın, gücün neden olduğu yıkımı destekleyeceğine, onu kendi oyununda yendiği yere çekilir ve öylesine büyük bir şiddete çeker ki onu Ceza Kolonisi mekanizması parçalara ayrışıp yok olur. Maldoror çağdaş sosyal organizasyonun çözülüşünü mantıki sonucuna ulaştırır: Onun kendi kendisinin yok ettiği yere. Bu noktada bireyin toplumu mutlak yadsıması toplumun bireyi mutlak yadsımasına tekabül eder. Bu yer dönmekte olan dünyanın hareketsiz noktası, bütün perspektiflerin birbirleriyle değiştirilebilir olduğu yer, hareketin, diyalektiğin ve zamanın artık var olmadığı yerin ta kendisi değil midir? Büyük reddedişin öğlesi ve sonsuzluğu. Ondan önce, yahudi kıyımları, ondan sonra, yeni masumiyet. Yahudilerin kanı ya da aynasızların.

Aktif nihilist şeylerin çöküşünün seyriyle yetinmez. Süreci hızlandırma niyetindedir. Dünyaya egemen olmuş kaosa doğal bir cevap-sabotajdır. Aktif nihilizm ön-devrimciliktir; pasif nihilizm karşı-devrimciliktir. Ve çoğu insan bu ikisi arasında bocalar durur. Bir Sovyet yazarının -Victor Chlovsky belki- betimlediği "Yaşasın Çar" diye bağırmadan ateş etmeyen Kızıl Ordu askeri gibi. Ama olaylar önünde sonunda kaçınılmaz bir çizginin çekimiyle sonuçlanıyor ve insanlar birdenbire kendilerini barikatların şu ya da bu tarafında bulmak durumunda kalıyorlar.

Tanrının belirgin yokluğunda mübadele gerçekliği gizlenemez, çünkü mitin mutlak yanılsaması artık yoktur. Son bir çabayla, İktidar, nihilizmin gösterisini yaratmıştır -şu prensibe uyarak: Biz tüm değerlerin alçaltılmasına seyirci kaldıkça, biraz gerçek yıkım yapabilme yetimiz azalır. Son bir buçuk yüzyıldır sanata ve yaşama en çarpıcı katkı iflas etmiş bir uygarlığın olanaklarıyla özgür deneylerin ürünü olmuştur. Sade’ın erotik aklı, Kierkegaard’ın istihzası, Nietzsche’nin kamçı gibi şaklayan ironisi, Ahab’ın Tanrı’ya küfrü, Mallerme'deki tamamen ifadesiz çehre, Carroll’un fantezisi, Dada’nın negativizmi- insanlarla yüz yüze gelmek için çürüyen değerlerin rutubet ve ekşiliğinin bir bölümüyle dışarı uzanan güçler bunlardır. Bununla birlikte gelen perspektifi tersine çevirme arzusu, yaşamın alternatif biçimlerini keşfetme ihtiyacı -Melville’in "tek tek dikkate değerliklerin tüm bütünsellikleri oluşturduğu o vahşi balina avı yaşamı" dediği alan. Ama bu dünyayı yaratabilmek için, nihilist eyleme geçmek zorundadır.

Çeviren: Lale Müldür
Defter (Metis Dergi), Sayı 4, Sf. 65-67
(Orijinal Kaynak: Internationale Situationniste, Sayı: 2, 1967)
İnsan doğuştan iyi midir yoksa kötü mü? Doğuştan getirdiğimiz yapısal özelliklerimiz kötü davranışlarımızın sorumlusu mu? Doğuştan bir ahlaka sahip miyiz?

Bir araştırma için denek olmaya gönüllü olduğunuzu düşünün. Araştırmada sizden, bir başka denekle eşleşmeniz isteniyor. Sonra size belli bir miktar para veriliyor, diğer denek para miktarını bilmiyor. Sizden deneğe paranın belirli bir yüzdesini teklif etmeniz isteniyor. Yüzde kaçını teklif edeceğinize siz karar vereceksiniz. Oyunun kuralına göre eğer teklif edeceğiniz yüzdeyi karşı taraf kabul ederse, para, paylarınız oranınca her ikinize verilecek. İkinci denek teklif edilen payı kabul etmezse hem siz hem de teklifinizi reddeden diğer denek hiç para alamayacaksınız. 

Önce bir düşünün, yüzde kaçını teklif ederdiniz? Yarısını mı, yoksa hangi oranı teklif ederseniz edin karşı tarafın, teklifinizi kabul edeceğini düşünerek daha azını mı? Ve ne kadar azını? Sonra teklif eden değil de edilen olduğunuzu varsayın. Reddederseniz hiç para alamayacağınızdan, yüzde kaç olursa olsun teklifi kabul eder misiniz? Yoksa belli bir oranın altı teklif edilirse kızar ve hiç para alamamayı göze alarak karşı tarafı cezalandırır mısınız? 

Ültimatom Oyunu adı verilen bu araştırma düzeneği son zamanlarda nörobilimcilerin en çok çalıştıkları yöntemlerden biri. İlk bakışta teklif edilen deneğin akıl yürüteceği ve önerilen yüzde ne olursa olsun, hiç olmamasından iyi olacağından her öneriyi kabul edeceği bekleniyor. (Bu oyunu daha ayrıntılı ve açıklamalı olarak görmek isterseniz Beynimiz ve Biz: Ültimatom Oyunu başlıklı makaleye bakabilirsiniz.)

Ama araştırmalar bu beklentiyi doğrulamıyor. Öncelikle teklifi yapanların önerdiği miktar,  neredeyse hiç bir zaman paranın yarısı değil.; teklif edilen denekler ise eğer öneri yüzde 20’nin altındaysa kendilerinin de hiç para alamayacağını bilseler de teklifi reddediyorlar. Ancak yüzde 20 ile yüzde 50 arasındaki teklifleri kabul ediyorlar.

Yüzde 20’nin altında pay teklif edilen deneklerin, teklifi duydukları sırada çekilen beyin görüntülerinde beyinlerinin ön üst tarafında yer alan ve acı hissiyle ilişkili olduğu kabul edilen dorsal anteriyor singulat korteks (beynimizin iki yarıküresinin arasında ve her iki yarıkürede birbirine bakışıklı kısım) denilen bölgenin etkinleştiği saptanıyor. Bu bölge ile birlikte öfke ve tiksinme gibi duygularla ilişkili olduğu düşünülen insula (şakaklarımızın hizasında ve beyimizin biraz derinlerindeki kısım) bölgesi de etkinleşiyor. Teklifi reddeden denek kendisine çok az pay öneren kişi tarafından aldatılıp, kazıklanmaya çalışıldığını düşünüyor ve uğradığı adaletsizlik(!) karşısında kapıldığı öfke duygusu ve çektiği acıyla her ikisinin de (hem kendisi hem de karşısındaki) zarar göreceği bir karar veriyor. Kendisini kazıklamaya çalışanın kaybetmesi için kendisinin de kaybetmesini göze alıyor. Az pay teklif eden kişi ise açgözlülüğünün kurbanı oluyor ve o da kaybediyor. 

Ültimatom oyunu açgözlü bir davranış karşısında kalan kişinin bu davranışa karşı aklıyla değil duygularıyla tepki verdiğini gösteriyor. Öneri ne kadar az olursa olsun, kabul etmek hiç yoktan para kazanmayı sağlayacakken denek, hissettiği acı, tiksinti ve öfke duygularının etkisi altında kendisinin de kaybetmesi pahasına açgözlü davranışı cezalandırmış oluyor. 

BEYİN ARAŞTIRMALARININ ALTIN ÇAĞI
Nörobiyoloji olarak adlandırılan ve beynin çalışma ilkelerini araştıran bilimsel disiplin son yirmi yılda inanılmaz bir atılım yapmış durumda. Psikiyatristler ve nörologları aynı laboratuvarda bir araya getiren nörobiyoloji çalışmaları, yaşayan insanda beyin faaliyetlerinin görüntülenip, ölçülebilmesine olanak sağlayan teknolojiler aracılığıyla büyük bir ilerleme göstermiş durumda. Öyle ki nörobiyoloji çalışmaları ekonomiden politikaya kadar tüm sosyal bilimleri de derinden etkilemeye başlamış durumda. 

Pozitron Emisyon Tomografisi (PET) ve İşlevsel Manyetik Rezonans Görüntüleme (Ayrıntılı bilgi için, Beynimiz ve Biz: Fonksiyonel Manyetik Rezonans/fMRI bakabilirsiniz) ya da Manyetik Rezonans Spektroskopi (MRS) adı verilen araçlar kullanılarak işlevsel beyin görüntülemesi denilen, insanların herhangi bir durumu hayal ederlerken, bir seçim yapmak için karar verirken, bir duyguyu yaşarken beyinlerinin hangi bölgelerinin daha yoğun çalıştığını göstermek mümkün hale gelmiş durumda. Araştırmacılar bu araçlarla neredeyse insanların her tür duygu, düşünce ve davranışları sırasında beyinlerinde neler olup bittiğini saptamaya çalışıyorlar. Bu araçlar beyin hücreleri etkinleştiğinde kullanımını artırdıkları oksijen, karbon ya da şekerin radyoaktif olarak işaretlenmesi ya da manyetik olarak ölçülmesi ve hücrelerin kullanım miktarının saptanması yöntemiyle çalışıyorlar. 

AHLAKIN BİYOLOJİK TEMELİ
Nörobilimciler açgözlülüğe karşı gösterilen bu tepkinin ahlakın kaynaklarından biri olabileceğini düşünüyor. Evrim süreci boyunca açgözlü davranışlar karşısında gösterilen bu biyolojik(!) tepkiler sayesinde, insan türünün açgözlü davranışları, topluluğun varlığını sürdürmesini engelleyen ve bedeli ne olursa olsun cezalandırılması gereken istek ve eylemler olarak mahkûm edecek şekilde evrimleştiğini ve zamanla bu durumun bir ahlak kuralı haline geldiğini öne sürüyorlar. 

İnsan bir günah işlediğinde ya da bir ahlak kuralını ihlal ettiğinde ne hisseder? Yaptığının yanlış olduğunu bilmesine karşın içinde bu eylemi yapmasını zorlayan denetleyemediği güçler var mıdır? Her türlü eylemlerimizi özgür irademiz ve bilincimizle mi gerçekleştiriyoruz? Özgür irade beynin hangi bölgelerinin çalışmasıyla ortaya çıkıyor? Nörobiyologlar bu sorulara yanıt bulmaya çalışıyorlar. 

Tek tanrılı dinlerin üçünün de günah olarak gördüğü ve toplumların yıkımına, yok oluşuna neden olarak gösterdiği duygu ve davranışlar yoksa evrim sayesinde mi denetlenebilir oldu? İnsan türü ortak atalardan maymunlar ve insanımsılar olarak ayrılıp, evrim süreci boyunca giderek insanlaşırken hayatta kalabilmek için bu gün günah olarak kabul edilen duygu ve davranışları denetleyebildikçe mi insanlaştı? Yaratılışçılar ya da evrim karşıtları olarak bilinenler evrimin büyük bir yalan olduğunu söyleyedursunlar, beynin nasıl çalıştığını inceleyen bilimcilerin bir bölümü günahın beyindeki yerini ve nasıl çalıştığını bulmaya çabalıyorlar! 

AHLAK KURALLARI EVRİMİN BİYOLOJİK BİR ZORUNLULUĞU MU?
İster din kaynaklı günah kavramıyla, ister yabanıl kültürler ya da seküler sistemlerce belirlensin, temel ahlak kurallarının neredeyse evrensel özellikler gösterdiği bilinir. Yahudiliğin On Emri, Hıristiyanlığın Yedi Ölümcül Günahı ya da İslam dininde günah olarak kabul edilen eylemler birbirine benzer özellikler gösterirler. 

İnsanın doğuştan bir ahlaka mı yoksa günahkârlığa mı yatkın olduğu tartışması teolojiden felsefeye, sosyolojiden ruh bilime kadar her alanda her zaman tartışılmıştır. Leviathan’da Thomas Hobbes, insanın doğuştan kötülüğe yatkın olduğunu ve devletçe denetlenmesi gerektiğini; Jean- Jacques Rousseau, insanın doğuştan iyi olduğunu savlamıştır.

Kant, ahlakın pratik aklın kategorilerinin bir zorunluluğu olduğunu ve özgürlüğün ön koşulu olduğunu, ahlakın, insanda doğuştan var olduğunu savunur. Freud, uygarlaşmanın çoğu yıkıcı olan biyolojik dürtülerin denetlenmesiyle mümkün olduğunu öne sürmüş; Marx ise insanın doğuştan ne iyi ne de kötü olduğunu, içinde yaşadığı koşulların onu iyi ya da kötü haline getirdiğini göstermiştir. 

İnsanın günaha yatkın bir canlı olduğu ama günahın onu sadece ölümden sonraki hayatta değil bu dünyada da cezalandıracağı düşüncesi dinlerde ortaktır. Adem ve Havva, günaha yatkınlıkları ve kendilerini günahtan sakınamadıkları için cennetten kovulmuşlardır. Hıristiyan dini günahla doğan insanı vaftiz ederek arındırır. İslam dini insanın günaha yatkın doğduğunu ve ancak nefsini kontrol edebildikçe günahtan sakınabileceğini söyler. Lut kavmi günaha boğulduğu için yok olmuş, Sodom ve Gomore şehirlerini günah yıkmıştır. 

AKLINI KULLANAN BEYİNLE EMOSYONLARININ ESİRİ OLAN BEYİN
Darwin Türkçeye, "İnsan ve Hayvanlarda Beden Dili" adıyla çevrilen “The Expression Of The Emotions In Man And Animals” adlı eserinde insan ve hayvanlarda evrensel ve ortak olan emosyonlar olduğunu, bu emosyonların tüm memelilerde aynı yüz ifadesi ve bedensel görünümü ortaya çıkardığını ve bu durumun evrim nedeniyle olduğunu yazmıştı. 

Uzun yıllar boyunca diğer görüşleri gibi sürekli tartışılan evrimsel ortak emosyonlar kavramı, 1960’lı yıllarda özellikle Paul Ekman’ın çalışmalarıyla artık genel bir doğru olarak kabul edilmiş durumdadır. 

Emosyon: Köken olarak Latince “movere” sözcüğünden gelmekte; hareket ve değişim anlamlarını içermektedir. Beynin bazı bölgeleri tarafından nöral (sinir yolları) ve humoral (vücut sıvıları) yollar aracılığıyla bedene ve yine beynin başka bölgelerine iletilen çeşitli uyarılara karşılık olarak bu bölgelerde ortaya çıkan tepkilerin tümüne emosyon adı verilmektedir. Ortaya çıkan bu etkinin kişi tarafından hissedilmesi ve tanımlanması ise duygu (feeling) olarak adlandırılır. Duygu daha karmaşık bir zihinsel durumdur; kişinin içinde bulunduğu emosyonu hissetmesi olarak kabul edilmektedir. 

EMOSYONLARIN İŞLEVİ VE NÖROBİYOLOJİSİ
Emosyonlar ve emosyonların yaşantılanması karmaşık yapıdaki gelişmiş organizmaların hayatlarını düzenlemelerinde son derece önemli bir rol oynar. Hayatın sürdürülebilmesi emosyonlar aracılığıyla mümkün olmaktadır. Bellek ve bellek işlevlerinin yürütülmesinde emosyonların büyük rolü vardır ve en karmaşık organizma olan insan türünde emosyonlar, yukarıdakilere ek olarak akıl yürütme, karar verme, geleceğe dönük seçim yapma gibi zihinsel etkinliklerde temel rollerden birini üstlenirler. 

Emosyonların merkezi sinir sisteminde (MSS), Limbik Sistem (LS) olarak adlandırılan alanda oluştuğu kabul edilmektedir. Limbik sistem emosyonlar dışında önemli bellek işlevlerinin de gerçekleştiği bir bölgedir. (Limbik sistem, Beynimizin ortasında ve duygularımızın oluştuğu hipotalamus, talamus, amigdala ve hipokampus adı verilen kısımların oluşturduğu sistemin adıdır.) Limbik sistem gri korteks (boz madde) denilen beyin kabuğu ve beyaz korteks (ak madde) denilen kabuk altı yapılardan oluşan geniş bir alandır. 

BİR DEĞİL ÜÇ BEYNİMİZ Mİ VAR? 
Yapısal ve işlevsel açıdan farklı özelliklere sahip bu bölümler nedeniyle Mac Lean tarafından beyin üçlü bir yapının tek bir yapı haline geldiği bir organ olarak (triune brain) tanımlanmıştır. Mac Lean, neokorteks, limbik sistem ve beyin sapını bu üçlü yapının bileşenleri olarak düşünmüştür. Bu evrimci bir bakıştır. 

Üçlü beyin modeline göre sadece beyin sapı ve serebellumdan (beyincik) oluşan beyin sürüngen beynidir. Limbik sistem bu yapıya evrimle eklenmiş ve ilkel memeli canlılar ortaya çıkmıştır. İnsanın da içinde olduğu günümüz memelilerinde ise bu iki yapının üzerine neokorteks (neokorteks, yeni kabuk demektir. Beynimizi kaplayan zara verilen isimdir) denilen ve düşünme, akıl yürütme gibi yüksek zihinsel işlevlerin gerçekleştiği modern beyin eklenmiştir. Model üçlü yapının evrim sürecinde birbiri ile bağlantılı bir şekilde geliştiği ve neokorteksin en son evrimleşen ve en karmaşık beyin işlevlerinin gerçekleştirildiği alan olduğunu varsayar. Ancak Limbik Sistem ve beyin sapı neokorteksin tümüyle denetimi altında değildir, tersine neokorteksce gerçekleştirilen hemen tüm etkinlikler diğer iki beyin bölümünün etkisi altındadır. (Bunun anlamı, özgür irademizden daha fazla olmak üzere, bizi, otomatik hareketlerimiz bilinçaltımızın yönettiğini söyleyebiliriz.)

LİMBİK SİSTEM
Limbik Sistem emosyonların (duygularımızın) oluşmasında temel beyin alanıdır ancak emosyonlar yalnızca bu bölüm içinde başlayıp biten süreçler değildir. Limbik sistemin hem neokorteks hem de beyin sapı denilen beyin alanlarıyla çok yoğun ve karmaşık bağlantıları vardır. Emosyonlar bu zengin ve karmaşık ağın içinde oluşur ve tümünün işlevlerinin bir toplamı olarak değerlendirilir.

Emosyonların iki önemli sonucu vardır; davranışlar ve duygular. Her ikisi de kişinin içinde bulunduğu durumu değerlendirmesi, tanımlaması, akıl yürütmesi ve bir sonraki andan uzak geleceğe kadar ne yapıp ne yapmayacağına; neyi düşünüp nasıl eyleme dönüştüreceğine karar vermesini sağlamaktadır. 

İnsan türünde doğuştan getirilen, genetik olarak belirlenmiş ve kültürel ve ‘ırksal’     farklılıklardan bağımsız olan temel emosyonlar olduğu kabul edilmektedir. İlk kez Darwin tarafından tanımlanan bu emosyonlar 6 tanedir;  

• öfke
• korku
• mutluluk
• üzüntü
• sürpriz
• tiksinme

Temel emosyonların bir yaşını doldurmamış çocuklarda gözlemlenebildiği gösterilmiştir. Gerçekten de işlevsel beyin görüntüleme yöntemleri ile yapılan çalışmalarda temel emosyonların beynin farklı bölgelerinde farklı değişikliklerle eşleştiğini gösteren çok sayıda çalışma vardır. Bu çalışmalarda, mutluluk duyguları yaşantılanırken entorinal kortekste (kulaklarımızın hizasında, hafızann oluşmasında önemli bir rol oynayan beyin bölümü); tiksinti yaşantılanırken medial talamusta (beynimizin ortasındaki bir beyin bölümü); korku ve iğrenme duyguları yaşantılanırken sol orbitofrontal korteks (gözlerimizin hizasındaki beyin bölümü) denilen beyin bölümlerinde etkinlik artışı olduğu gösterilmiştir. 

Bütün bu bulgular Limbik Sistem ve onunla ilişkili beyin bölgelerinde emosyonların yaşantılanması sırasında işlev değişmeleri olduğunu ve bu değişimlerin emosyonların tipine göre farklı farklı olduklarını göstermektedir. İlgi çekici olarak mutluluk, üzüntü ve korku emosyonlarını ortaya çıkaran görsel filmlerin deneklerce izlenmesi sırasında; her üç emosyonu ortaya çıkaran filmde de görsel beyin alanı ve bellek işlevleri ile ilintili olduğu düşünülen iki taraflı şakak lobu beyin alanlarında aynı etkinlik değişiklikleri olduğu saptanmıştır. Bu bulgular en azından temel emosyonların Limbik Sistem içinde birbirinden farklı nöronal bağlantılarla ilişkilendirilmesi gerektiğini göstermektedir. 

GÜNAHA YATKINLIK, BİYOLOJİK Mİ? 
Nörobilimciler özellikle madde bağımlılığının beyinde ne gibi yapısal ve işlevsel değişikliklere yol açtığını araştırırlarken, ödül sistemi adı verilen bir nörobiyolojik düzenlemeyi keşfettiler. Beyinde kabaca neokorteks denilen beyin kabuğu ile limbik sistemi içeren derin beyin bölgelerinin arasında yer alan bir bölge Nükleus Akkumbens (NA) olarak adlandırılır. (Ayrıntılı bilgi için Beynimiz ve Biz: Nucleus Accumbens/Ödül Merkezimiz bakılabilir). NA’in beyinde acı, haz, ödül ve cezanın nörobiyolojisinde temel rol oynadığı düşünülmektedir. NA, beyinde dopamin adı verilen nörotransmiterin (nörotransmitter: Sinir bağlantılarının birleşim yerinde bilgi taşıyıcı kimyasallardan biri) en yoğun bulunduğu bölgelerden biridir. Haz duygusu yaşayan bir kişinin çekilen beyin görüntülemelerinde NA’daki etkinliğin ileri derecede arttığı saptanmaktadır. İnsanda haz uyandıran yiyecek, seks ya da herhangi bir başarı NA’nın etkinleşmesine neden olmaktadır. Madde bağımlılarında kullanılan maddenin NA’yı etkinleştirdiği gösterilmiştir. 

Beynin bir ödül sistemine sahip olduğunun gösterilmesi, korku sistemine sahip olduğunun da bilinmesiyle nörobilimcileri çeşitli duyusal uyaranlar sırasında beynin hangi bölgelerinde ne gibi değişiklikler olduğunu araştırmaya yönlendirmiştir.

Örneğin denekler yoğun kıskançlık hissine kapıldıklarında alın lobunun ön bölgesinde bulunan anteriyor singulat alanı etkinleşmektedir. Aynı bölge çok şiddetli bir öfke duygusuna kapılan deneklerde de etkinleşmektedir. 

Denekler yoğun cinsel arzu hissedecekleri bir duruma sokulduklarında alın lobunun orta bölgesinde etkinlik artışı olmaktadır. Bu bölge kişinin kendi kendisinin farkına varmasını da sağlayan bölgedir. İlgi çekici olarak pornografik görüntü izletilen erkek deneklerin beyinlerinin hemen tüm bölgelerinde şiddetli bir etkinlik artışı saptanırken, aynı görüntüleri izleyen kadınlarda bu etkinlik artışı çok daha zayıf ve bölgesel olarak saptanıyor. 

Obezite üzerine yapılan araştırmalar, oburluk hissinin beynin dopaminerjik (beynimizde, dopamin kimyasalının etkin olduğu kanallar) ödül sistemiyle bağlantısını göstermiş durumda. Bu modele göre ödül sisteminin uzun süre aşırı uyarılması Nükleus Akkumbens bölgesindeki dopamin nöronlarında duyarsızlaşmaya neden oluyor. Bu duyarsızlaşma, etkinliğin ortaya çıkabilmesi (yani haz duygusunun yaşantılanması) için her defasında daha çok uyarılmanın (daha çok yemek yemenin) gerekmesine yol açıyor. Olmadığında bu kez sistem tersine acı hissinin artmasına neden oluyor. Aynı sistemin madde bağımlılığının da gelişmesinde temel rol oynadığı düşünülüyor. 

AKLIMIZLA DEĞİL DUYGULARIMIZLA MI KARAR VERİYORUZ?
Bu çalışmalar boyunca insanların her hangi bir problem hakkında düşünüp, karar vermeye çalışırken beyinlerinde emosyonları ortaya çıkaran beyin bölgelerinin de etkinleştiğini ve karar verme işlevinden sorumlu olan beynin alın lobu bölgesinin çalışmasını etkilediği gösterilmiş durumda. 

Ültimatom oyununda teklif yüzde 20’nin altında olduğunda dorsal anteriyor singulat bölge ve insula bölgesinde etkinlik artıyor, her iki bölge beyinde bir çeşit çatışma dedektörü işlevi görüyorlar. Birbirine zıt iki bilgi karşısında acı hissi ortaya çıkıyor. Bu hisse tiksinti hissi eklenirse kişi kendisine acı çektirene karşı öfke duygusu yaşamaya başlıyor ve öfkesini karşı tarafa zarar verecek bir eyleme dönüştürüyor, teklifi reddederek, teklifin kendisinde yarattığı acı hissinin neden olduğu tiksinti ve öfke hissiyle teklif sahibine zarar vermiş oluyor. Evrimsel psikologlar yukarıdaki basitleştirilmiş örneği ilk insanımsıların bir arada yaşamak için açgözlü olmaktan vazgeçmelerini sağlayacak bir doğal seçilim düzeneği olarak değerlendiriyorlar. 

Alın lobunun sağ üst bölgesinin şehvet, kıskançlık, öfke gibi duyguları etkinleştiren bölgelerdeki etkinliği azaltıcı işlevi olduğu gösterilmiş durumda. Bu bulgular doğal seçilimin bir yandan organizmanın hayatta kalmak ve üreyebilmek için ihtiyaç duyduğu emosyonları, onun karar verme düzeneklerini etkileyecek denli güçlendirirken, bir yandan da bu sistemleri denetleyerek insanımsıların topluluk olarak yaşayabilmelerini ve bu yolla insanlaşmasını sağlayan engelleyici düzeneklerin de evrimleşmesini sağladığı düşünülüyor. 

Emosyonların karar verme süreçlerine olan etkisiyle ilgili bu çalışmalara yöntem ve ideolojileriyle ilgili çok sayıda eleştiri de yapılıyor. Duygu ve düşüncelerin maddi, kimyasal süreçler olduğunu göstermenin, bu süreçlerin değişmez ve bu günkü toplumsal yapıyı kaçınılmaz ve insana en uygun yapı olarak değerlendirmek anlamına gelmediğini savunan çok sayıda nörobilimci de var. Pornografik görüntüler karşısında erkek beyninin tüm bölgeleri etkinleşirken kadın beyninin dar bir alanının etkinleşmesinin, olsa olsa erkek cinselliğinin pornografiyle biçimlendiği, erkek olmanın sadece pornografik haz ve ödüle bağımlılık olarak kurulduğu sonucunun çıkarılabileceği de savunuluyor.

Kaynak:
NTV Bilim, Sayı 8, 2009, Sayfa 63-71

Not: Yazıdaki italikler ve resimlerin bazıları orjinal yazıya tarafımca eklenmiştir.

Erol


Odamda, varlığını sürdüren ama "varlık" olarak nitelendirilmeye bile tabii olmayan bir canlı organizmasıyla karşılaştım bir hafta kadar önce. Çoğu insan tarafından sırf renkleri yok diye türünün diğer örneklerine göre pek bir sevimsiz bulunan, kıyıdan köşeden çıkan böceklerle aynı kategoriye tıkıştırılan bir kelebekti. Siyah, vasıfsız, bir özelliği yahut amaç taşımayan, tek derdinin yaşamasına elverişli olmayan mevsim normallerine direnip daha fazla hayatta kalmak olduğunu düşündüğüm bir varlık... Ona atfettiğim bu özelliklerin birçok insanda daha belirgin olarak gözlemlediğimi fark ettim. Oysa o insanlar ve bu kelebeği iki kümede birleştirmek istesek "daha üstün olan insan" buna karşı çıkacak ve hiçbir bakımdan ondan daha aşağılık olmayan bu canlı türü bulantı sahnelerinde yerini alacaktı.

Daha karmaşık bir organizma olduğundandır ki sanırım, tanımladığım insanlar çok daha itici gelmişti bana. Kalıpsal sosyal özelliklerine baktığımızda aralarında belirgin benzerlikler bulunan bu iki canlıdan biri var ki kendini daha üstün gören, diğer canlılara zarar veren, yalan söyleyen, doğa karşıtı eylemlerde bulunan, gürültü edip dinlemeyi bilmeyen, âdi sayılabilecek hareketlerde bulunan özellikleriyle diğerinden ayrılıyordu. Ki bunun varlıksal olarak bende hiçbir bulantı yaratmayıp hayatta kalmak için tutunduğu yerden beni izleyen, bana hiçbir zararı dokunmayan ve dokunma olasılığının karşılaştırılmasının bile gülünç oranlara tekabül edeceğini bildiğim bir kelebek olmadığı oldukça aşikar.

İnsanların hiç yoktan kendine atfettiği "üstün" özelliklerinden dolayı aşağılayıp görmezden geldiği milyonlarca canlı ve cansız varlığın, insandan daha üstün olduğunu söylememiz gerekir. Kanatlayıp uçamayan, bin kilo kaldıramayan, mükemmel birhızda koşamayan, hayran bırakıcı güzelliği ve kokuları olmayan bir canlı türüdür insan. Kendini üstün sayabileceği tek özellik olan "düşünme" yeteneğini bile yerine getiremeyip tamamen hayvansal içgüdülerle davranışlarını gerçekleştirirken ve daha düşünmeyi bile beceremiyorken bu konuda da üstün olduğunu söylemenin ne derece haklı olduğunu tartışmak gerekir. Keza düşünen, zeki bir varlık kendi sonunu getirmeye bu kadar meraklı olmaz ve doğa bir kalemde silmek için bu kadar istekli olamaz. Buna karşın üzerine basıp geçebileceği küçük bir ot parçası bile daha faydalı konumda yer alıyorken, hala üstünlük yarışına giren insanoğlu; döngüsel bir şekilde en büyük ahmaklığını yerine getirmiş oluyor.

Geçen gece uzun bakışmamızdan sonra sabah gördüm onu, balkonun önünde hareketsizce duruyordu. Öldüğünü fark edip bir süre onu izledim. Ölmüş olması benim için bir şey ifade etmiyordu, hayatsal döngü içerisinde ertelediği olay nihayet meydana gelmişti. Ondan bahsetmemin sebebi aramızda bir duygusal bağ olması değildi, böyle birşey zaten söylerken bile gülünç geliyor. Bana insanın konumunu tekrar gösterdi. Bulantı yarattı.Onunla aynı odayı paylaşıyor olmaktan yad edecek olan insanlar topluluğu, sadece bir kelebek değil çok daha direnişli ve farklı organizmaları bile kendinden aşağı görme yetisini kendinde bulan insancıklar ve daha niceleri gözümün önünden geçti onun kanatları arasında.

Siyah kelebek, senden farkım seni izlerken bunları düşünüyor olabilmem. Üstünlük belirlemek için çok farklı alanlarda gelişmişiz. Belki de dünyaya dağılan atomların bir gün bedenime girer ve odamı işgal ettiğin gibi vücudumda da kuytu yer bulursun.

Neviens Nobody
Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı, Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu'na yöneltilen "Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşürür mü?" şeklindeki soru ve site üzerinden buna verilen cevap çeşitli kurum, mecra ve yayınlarda genellikle olumsuz olacak şekilde tepki gördü. [1]

Bu soruya verilen cevap, İslam dininde farklı kesimlerce kabul gören görüşlerin bir derlemesini içerecek biçimdeydi. Gelen tepkiler üzerine, önce bu soru ve cevabı kaldıran Diyanet İşleri Başkanlığı, daha sonra bir süre siteyi tamamen erişime kapattı, ardından da artık soru hattının kaldırıldığını [2], kötü niyetle yorumlarda bulunulduğunu, İslam dinini karalama çalışması yapıldığını ve konuya ilişkin hukuki süreçlerin başlatılacağını ifade etti. [3]

Bu inceleme esnasında, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın genel yapısı, gerekliliği, aldığı bütçe payı veya ifade ettiği diğer görüşler tartışma konusu yapılmayacaktır. Blogun İslam yanlısı bir tavır ve tutum içerisinde olduğu da ifade edilemez, ancak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yaptığı bir açıklamayı veya ona bağlı birimlerin verdiği fetvayı, belki bilgi eksikliğinden belki de kötü niyetle çarpıtmak ve bu şekilde "İslam eleştirisi" yapmak, kanımızca doğru değildir. İslam halihazırda kendi içerisinde zaten eleştirilmeye yetecek kadar bilgi taşımaktadır.

Öncelikle, bu incelemeye konu olan ve ülke gündemine ilk taşınan haliyle haber başlığına göz atalım: "Diyanet'ten fetva: Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil!" [4]

Böyle bir başlığa sebep olacak haberin içeriği irdelenirken, tam olarak şu şekilde bir metin ile karşılaşıyoruz:
"Soru, İslam kaynaklarının farklı görüşlerine göre yanıtlanırken, “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur” ve “Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir” gibi ifadeler kullanıldı." [5]
Sadece buna bakarak, hakikaten de Diyanet'in, bir babanın öz kızına belirli şartlarda şehvet duymasının İslam açısından haram olmadığını belirttiği düşünülebilir. Oysa habere konu olan esas soru-cevap okununca, "haramlık" ifadesinin yanlış değerlendirildiği görülmektedir. Aşağıda, Diyanet'in ilgili sitesindeki soru ve cevap aynen bulunmaktadır:
Soru: Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşürür mü?

Cevap: Babanın kendi öz kızını öperken şehvet duyması durumunda nikâhın ne olacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı mezheplere göre, babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur (bkz. İbn Rüşd, Bidayetü’l-Mücdehid, Mısır 1975, II, 33; İbn Kudame, el-Muğni, VII, 486; İbn Cüzey, el- Kavaninü’l Fıkhiyye, 138). Hanefilere göre ise; babanın, kızını şehvetle öpmesi, kızına şehvetle sarılması durumunda kızın annesi bu babaya haram olur. Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir. Şehvet duymanın işareti, erkeğin organında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması, kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır.
Şimdi, neyin haram olduğu veya olmadığı, ya da "haramlık" ile ne ifade edildiğini inceleyelim.

Habere konu olan başlıkta, babanın öz kızına şehvet duymasının haram olmadığı ifade edilmiş ve haberin içeriğinde de yukarıdaki cevaptaki şu kısım alınarak buna delil gösterilmiştir: "Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz."

Burada, "haramlık oluşturmaz" denmemiş, "bu tür bir haramlık oluşturmaz" denmiş. Diğer bir deyişle, ortada bir "bu tür" bulunmaktadır. Peki "bu tür haramlık?" ile kastedilen nedir?

Bir önceki cümle ile birlikte ele alırsak, "Hanefilere göre ise; babanın, kızını şehvetle öpmesi, kızına şehvetle sarılması durumunda kızın annesi bu babaya haram olur. Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz."

Söz konusu fikir, ayrı ayrı cümlelere bölünerek değil de, bir bütün olarak ele alındığında, şunu görebiliyoruz: "Hanefilere göre, şu şu şartlarda anne babaya haram olur. Ancak bu bu şartlar olursa, bu tür bir haramlık olmaz." Diğer bir deyişle, haberin içeriğinde delil olarak sunulan cümlede geçen "bu tür haramlık oluşturmaz" ifadesi aslında, "annenin babaya haram olması" şeklinde yorumlanmalıdır ve bu bağlamda cümle şöyle bir anlama tekabül etmektedir: "Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duymak, annenin babaya haram olması durumunu oluşturmaz."

Konuyu daha basit hale getirecek olursak: Verilen cevapta, babanın öz kızına şehvet duymasının haram olup olmadığına ilişkin bir ifade yer almadığını, cümleler birbirinden bağımsız olarak değil de bir bütün olarak düşünüldüğünde sadece anne ve baba (karı-koca) arasındaki nikahın geçerliliğine ilişkin bir saptama yapıldığı görülmektedir. Tekrar, en başta ifade edildiği gibi, İslam'ın olumsuz eleştirisi için, böylesi kelime oyunlarına, kimi kurum ve kuruluş veya kişiler tarafından yapılan açıklamaların eğilip bükülmesine gerek yoktur.

Kaldı ki, verilen cevap İslam tarih ve fıkıhından bilgilerin derlemesi halindedir. Unutulmamalıdır ki, İslam sadece Kur'an'dan ibaret değil, aynı zamanda İslamî pek çok kanal ve görüşten de beslenerek kendi kimliğini oluşturmuştur. İslam'ı sadece güzellik abidesi olarak görmek, onun gündelik hayata dair yönlendirmelerini hiçe saymak, muhtemeldir ki, bir bilgisizliğin ve ilgisizliğin ürünüdür. Oysa ki, İslam, aynı zamanda bir uygulamalar bütünü olduğu için, bundan 1500 yıl önceki ahlak ve anlayışının da izlerini taşımaktadır ve -zaten bizim de karşı çıktığımız gibi- günümüze ayak uydurmakta zorlanmaktadır.

Buna rağmen, Diyanet'in verdiği cevap, aslında "hürmet-i müsahere" diye tabir edilen ve bizler ister beğenelim ister beğenmeyelim İslam'ın içerisinde kendisine yer edinmiş bir durumdur. [6] Buna göre, "Karşı cinse, şehvetle dokunmakla veya şehvetle ön avret yerine çıplak olarak bakmakla hâsıl olan duruma, hürmet-i musahere denir. Bir erkek, bir kadının herhangi bir yerine şehvetle dokununca, o kadının neseple veya sütle olan anası ve kızlarıyla, o erkeğin evlenmesi haram olur. (...) Bir baba ile kızı veya torunu yahut bir anne ile oğlu veya torunu arasında hürmet-i müsahere olursa, karı-koca birbirine ebedi haram olur. (...) Hürmet-i musaherenin olabilmesi için, kız çocuğunun 9 yaşında olması gerekir. Eğer 7-8 yaşlarında olup da, 9 yaşındaki gibi gösterişliyse, yine hürmet-i musahere sabit olur." [7]

Diğer bir deyişle, İslam fıkhı içerisinde, bir babanın öz kızına şehvet duymasının nikaha etkisi zaten tartışılan ve çeşitli görüşlerle tasniflenen bir durumdur. Bununla birlikte, Diyanet, verdiği cevapta bir babanın öz kızına şehvet duymasının dinen durumu hakkında (haram-helal) bir yorum yapmamış, sadece eşiyle nikahı üzerine etkisi bakımından soruyu cevaplamıştır. Hiç kuşkusuz, İslam dininde zina büyük günahlardan sayılmaktadır ve bu bakımdan haramdır. [8] Bir babanın kızı ile zina yapması da, aynı şekilde ve hatta bundan daha büyük bir günahtır, zira, öz kızı baba için nikah düşmeyen hısım olarak sayılmaktadır. [9]

Diğer bir deyişle, mahrem, İslâm'da evlenilmesi haram olan (nikâh düşmeyen) kişi anlamına gelmektedir. [10] Kan-bağı olan akrabalardan torun, evlat, anne, baba, dede, nine, kardeş, teyze, dayı, hala, amca, yeğen sürekli mahrem kişilerdir. Bu açıdan, babanın öz kızı da mahrem kişidir ve mahrem kişinin yanındayken "şehvetî" açıdan nasıl davranması gerektiğine ilişkin de çeşitli görüşler vardır: [11]
İmam Evzai: "Kızına, oğluna ve diğer mahremlerine bile devamlı bakma. Çünkü nefsin en kuvvetli askeri gözdür. Bakarsın ki sevgi ve şefkat bakışı şehvet bakışına çevrilir. Allah korusun, eğer şehvet söz konusu olursa yabancıya karşı şehvetten daha fazla günahtır."

İbni Humam: "Mahremler arasında şefkat ve sevgi ile bakmak ibadettir ancak ifrat derecesine varmamalıdır."

Ebu Hureyre: "Erkek diğer bir erkeğin, kadın diğer bir kadının, ana baba evladının, evlat da ana babasının avretine bakamaz."
Öte yandan, babanın öz kızına şehvet duyması ve temasta bulunmasının, zina olmamakla birlikte haram olduğu da kimi görüşlerce ifade edilmektedir. "Ebû Hanîfe'ye göre, ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile temas da -haram olmakla birlikte- zina hükmünde değildir." [12] Nitekim, geçtiğimiz günlerde Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu, evlenme hazırlıkları yapan nişanlı çiftleri uyarmış ve yapılan açıklamada, nişanlılık döneminde çiftlerin el ele tutuşmaması ve baş başa kalmaması gerektiği belirtilmişti. [13] Bu bakımdan düşünülürse, nişanlı çiftler arasında bile temas İslam'a uygun görülmezken, bir babanın öz kızına şehvetle temasının da uygun görülmeyeceği rahatlıkla anlaşılabilir.

Unutulmamalıdır ki- sık sık tekrarlandığı üzere- İslam birçok bakımdan eleştiriye tabi tutulabilir, ancak bir baba ve öz kızı arasında cinsel ilişkiyi tasvip etmesi ve bunun helal olduğunu belirtmesi -en azından yaygın kanılara göre- düşünülemez ve İslam'ı bir "taciz ve tecavüz dini" şeklinde değerlendirmek de doğru olmaz. Elbette İslam, -gene yukarıda belirtildiği gibi- bir uygulamalar bütünüdür ve gelişen çağa ayak uydurmakta güçlük çekmiş, ataerkil yapısını kıramamış, aile içinde ve toplumda kadını ikinci plana iterek onun yaşam ve cinsel dokunulmazlık hakkı başta olmak üzere çeşitli haklarına zincir vurmuş ve kısıtlamıştır. Buna karşın, "Diyanet, babanın öz kızına şehvet duymasına haram değil dedi." gibi çarpıtma bir ifadenin de haksız bir değerlendirme olduğu kanaatindeyiz.

Hayyam
Kara delik denilince çoğu kişinin aklına, yeterince yakınından geçen her şeyi yutan devasa bir vakum makinesi gelir. Fakat galaksilerin merkezinde bulunan süper kütleli kara delikler, daha çok içlerine düşen maddenin enerjisini ışımaya dönüştüren kozmik motorları andırır. Bu tür kara deliklerin yaptığı ışıma, çevresindeki yıldızların yaydığı toplam ışığı gölgede bırakacak ölçüde fazladır. Kendi etrafında dönen kara delikler binlerce ışık yılı mesafelere erişen güçlü jetler üretir. Bugüne kadar yapılan teorik çalışmalar bu tür kara delik motorlarının manyetik alanlar tarafından beslendiğini öngörüyordu. Astronomlar ilk kez, galaksimizin merkezinde bulunan kara deliğin olay ufkunun hemen dışındaki manyetik alanı tespit etmeyi başardı.

2015 yılının Aralık ayında yayımlanan makalenin başyazarı Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden (CfA) Michael Johnson konuyla ilgili olarak “Bu manyetik alanları anlamak kritik öneme sahip. Şimdiye kadar hiç kimse olay ufku yakınlarındaki manyetik alanları tespit etmeyi başaramamıştı.” diyor. Çalışmanın sonuçları 4 Aralık’da Science dergisinde yayımlandı.

Baş araştırmacı ve MIT’e ait Haystack Gözlemevi’nin yardımcı yöneticisi Shep Doeleman, “Bu manyetik alanların varlığı (teorik olarak) öngörülmüştü, fakat daha önce kimse bunları gözlemlemeyi başaramadı. Elde ettiğimiz veriler on yıllardır gerçekleştirilen teorik çalışmaları sağlam bir gözlemsel temele oturttu.” diyor.

Çalışmada Olay Ufku Teleskopu’yla (EHT) elde edilen veriler kullanıldı. Birbirleriyle eşgüdümlü olarak çalışan küresel bir radyo teleskop ağı olan EHT, bu haliyle 15 mikro yay-saniye hassasiyete sahip, Dünya boyutlarında dev bir teleskop gibi düşünülebilir. (1 yay-saniye bir derecenin 1/3600’üne karşılık gelir ve 15 mikro yay-saniye hassasiyet demek, Ay yüzeyindeki bir golf topunu görebilmeye eşdeğerdir)

Kara delikler evrendeki en yoğun cisimler olduğundan bu ölçüde hassas ölçüm yapabilmek şart. Samanyolu’nun merkezinde bulunan Sagittarius A (Sgr A*) 4 milyon Güneş kütlesine sahip olmasına rağmen, olay uykunun genişliği sadece 8 milyon mil; yani Merkür’ün yörüngesinden daha küçük. Sgr A*’ın 25.000 ışık yılı uzağımızda bulunduğunu hesaba kattığımızda bu durum, olay ufkunun boyutlarının sadece 10 mikro yay-saniyeye karşılık geldiği anlamına geliyor; yani inanılmaz derecede küçük. Neyse ki, kara deliğin yoğun kütleçekimi ışığı bükerek mercek etkisi yaratıyor ve bu sayede gökyüzünde daha büyük görünmesini sağlıyor. Yaklaşık 50 mikro yay-saniye genişliğindeki bu değer, EHT’nin rahatlıkla ayırt edebileceği düzeyde.

Çalışmayı gerçekleştiren ekip, EHT’nin 1,3 mm’lik dalga boyunda elde edilen gözlem verilerini kullanarak ışığın doğrusal polarizasyonunu ölçtü. Güneş ışığı, Dünya atmosferinde yansıma nedeniyle doğrusal olarak polarize olur. (Aynı mantıkla ışığı engellemek ve parlamayı düşürmek için güneş gözlükleri de polarizedir) Sgr A*’ın durumunda ise polarize olmuş ışık, manyetik alan çizgileri etrafında spiral çizen elektronlar tarafından yayınlanır. Bunun sonucunda ışık direkt olarak manyetik alanı takip eder.

Yakınındaki maddelerin oluşturduğu bir yığılma diskiyle çevrili olan Sgr A*’ı gözlemleyen ekip, kara deliğe yakın bazı bölgedeki manyetik alanların iç içe geçmiş bir spagettiyi andıracak şekilde sarmallardan ve karışık çevrimlerden meydana gelen bir düzensizlik içerisinde olduğunu keşfetti. Diğer bölgelerin ise, bunun aksine, çok daha düzenli bir motife sahip olduğu göründü. Bu bölgeler büyük ihtimalle jetlerin gerçekleştiği kısımlar.

Diğer bir bulgu ise manyetik alanın 15 dakika gibi kısa bir zaman ölçeğinde, dalgalanmalar gösterdiği.

Johnson bu konuda “Galaksimizin merkezi, bir kez daha tahmin ettiğimizden daha dinamik bir yer olduğunu bize gösterdi. Bu manyetik alanlar her yerde dans ediyor.” diyor.

Gözlemler yapılırken 3 farklı coğrafik bölgede bulunan astronomi kuruluşundan yararlanıldı: İkisi de Hawaii – Mauna Kea’da bulunan SMA (Submillimeter Array) ve James Clerk Maxwell Teleskopu, Arizona – Mt. Graham’da bulunan SMT (Submillimeter Telescope) ve Kaliforniya – Bishop’ta bulunan CARMA (Combined Array for Research in Millimeter-wave Astronomy). EHT’nin Dünya çapındaki radyo çanağı sayısı arttırılarak bir kara deliğin olay ufkunu direkt olarak görüntüleme olanağını sağlayacak çözünürlük değerlerine ulaştırılması hedefleniyor.

Doeleman bununla ilgili olarak “Dünya ebatlarına yayılmış bir teleskopun inşası için tek yol biliminsanlarının küresel olarak birlikte çalışmasından geçiyor. Elde edilen bu bilimsel sonuçlarla birlikte EHT ekibi, astronominin merkezi bir paradoksunu çözmeye bir adım daha yaklaşmıştır: Neden kara delikler çok parlak?” diye ekliyor.
Görsel açıklaması: Görselde galaksimizin merkezindeki kara delik, kendisini çevreleyen yığılmış sıcak madde diskiyle birlikte betimlenmiş. Mavi çizgiler manyetik alanı takip ediyor. Olay Ufku Teleskopu, ilk kez, kara deliğin olay ufkunun 6 katına (6 Schwarzschild yarıçapı) karşılık gelen bir çözünürlük değeri ile bu manyetik alanları ölçümledi. Bulgular disk bölgesindeki manyetik alanların iç içe geçmiş bir spagettiyi andıracak şekilde sarmallardan ve karışık çevrimlerden meydana gelen bir düzensizlik içerisinde olduğunu gösteriyor. Diğer bölgeler ise, bunun aksine, çok daha düzenli bir motife sahip. Bu bölgeler büyük ihtimalle jetlerin (dar ve sarı bir şerit ile gösterilmiş) gerçekleştiği kısımlar.
Kimyasal elementleri sınıflandıran periyodik tabloya dört yeni element eklendi. Rusya, ABD ve Japonya'daki bilim insanlarının bulduğu dört süper-ağır kimyasal element, uzmanlar tarafından kontrol edildikten sonra resmi olarak tablodaki yerini aldı. Böylelikle tablonun yedinci sırası da dolmuş oldu. En son 2011 yılında 114 ve 116 sayılı elementler tabloya girmişti.

Merkezi ABD'de bulunan kimyasal sınıflandırma, terminoloji ve ölçümlerden sorumlu küresel örgüt, Uluslararası Saf ve Uygulamalı Kimya Derneği 113, 115, 117 ve 118 şeklinde belirlenen dört yeni elementi 30 Aralık'ta tescil etti.

İnsan eliyle oluşturulan yeni elementler, hafif atom çekirdeklerini birbiriyle çarpıştırıp radyoaktif süper ağır elementlerin parçalanmasını izleyerek bulundu.

Guardian'ın haberine göre Japonya'da Riken Enstitüsü'nde araştırmayı yürüten Kosuke Morita ekibinin şimdi "119 elementinin ve ötesinin bilinmeyen bölümlerine bakmayı planladıklarını" söyledi.

Kimya dalında Nobel ödülü almış Ryoji Noyori buluşla ilgili "Bilim insanları için bu, Olimpiyatlarda altın madalya kazanmaktan bile daha değerli." dedi.

İsim Önerileri
Şimdilik periyodik tablodaki yerlerine göre adlandırılan elementler gelecek aylarda buluşları gerçekleştiren ekipler tarafından isimlendirilecek. 113 elementi Asya'da isimlendirilen ilk element olacak.

Uluslararası Kimya Derneği'nin İnorganik Kimya Bölümü Başkanı Profesör Jan Reedjik "Şimdi element isimlerinin ve sembollerinin resmileşme süreci başladı. Bu elementler geçici olarak ununtrium (Uut ya da element 113), ununpentium (Uup, element 115), ununseptium (Uus 117) ve ununoctium (Uuo, element 118) olarak adlandırılıyor." dedi.

Yeni elementler isimlerini mitolojik bir kavram, bir mineral, bir yer ya da ülke, bir nitelik ya da bilim insanlarından alabiliyor.

Fiziksel olarak bakıldığında insan, diğer canlılara göre oldukça zayıf, güçsüz, yeteneksiz ve aciz sayılır. Ne kemikleri kırıp ilikleri yiyebilecek çene yapılarımız, ne ölmüş hayvanların postlarını parçalayabilecek pençelerimiz, ne etleri bölebilecek dişlerimiz, ne de sert gagalarımız var. Özellikle diğer vahşi yırtıcılarla karşı karşıya kaldığımızda bedensel olarak onlara karşı koyabilecek hiçbir gücümüz yok. Fakat ateşin keşfi insanoğluna sınırsız bir güç tanıdı ve insanoğlu doğanın kendine bahşettiği bu armağanı, hiçbir zaman iyi yönde kullanmadı.

Üç ila dört milyon yıl önce diyetlerine eti katan insansı türlerinden biri 2.5 milyon yıl önce alet yapma becerisi olan insana doğru evrildi. Bu tarihte insan, et ihtiyacını eskisi gibi leşlerden değil avlanarak karşılamaya başladı. Bu tarihlerde çakıl taşlarından ya da çakmak taşlarından keskin kenarlı aletler yapan insan, bu aletleri çeşitli işlerinde kullanmaya başladı. Kültür tarihimizi başlatan bu ilk aletler ile beraber, kasaplık işleri kolaylaşan insan, hala büyük otçul hayvanları avlayabilecek silahlara sahip değildi ve ateşi henüz kontrol altına almayı başaramadıkları için etleri çiğ olarak yiyordu.

Avcı toplayıcı yaşam süren insanların, zaman zaman ateş kullanmaya başlaması yaklaşık 800.000 yıl önce oldu. 300.000 yıl önce ise Homo erectus, Homo neandertalensis ve Homo sapiens ateşi günlük hayatlarının bir parçası olarak kullanıyordu. Ateş kullanımı ile beraber avcı toplayıcıların hayatı ve insanoğlunun evrimi büyük oranda değişti.

İnsana ısı ve ışık kaynağı olan ateş aynı zamanda yırtıcı hayvanlardan korunmak, sık bitki örtülerini çayıra çevirmek ve yiyecekleri pişirmek gibi birçok işe yarıyordu. Yemeklerin pişirilmesi ile birlikte, besinlerin kimyası ve biyolojisi değişti. Gıdalardaki parazit ve mikroplar yok oldu, meyve, kabuklu yemiş ve böcekler daha kolay sindirilebilir hale geldi. En önemlisi ise yemek pişirmek, insan vücudunda ciddi miktarda enerji harcayan uzun bağırsakları kısaltıp, bir diğer ciddi miktarda enerji harcayan beynin gelişmesine olanak sağladı. Besinleri çiğneme süresi azaldı. Yemek pişirmek daha çeşitli besinlerin yenebilmesini, yeme işleminin daha kısa sürede yapılabilmesini, daha kısa bağırsaklarla ve daha küçük dişlerle idare edebilmeyi sağladı.

Ateşle beraber insanlar istedikleri zaman büyük bir ormanı küle çevirebilecek sınırsız bir güce kavuştular. Üstelik bunun için sadece bir insan bile yeterli idi.

Dişlerin küçülmesine, çene kaslarının zayıflamasına dolayısı ile çenelerin küçülmesine yol açan ateş, insanlığa adeta çağ atlattı. Ateşin keşfinin sosyal olarak yarattığı etkileri kesin olarak bilemesek de, insanların sosyal yönünü de büyük ölçüde değiştirdiği düşünülür. Çünkü ateş, yarattığı güvenli ortam, ışık, sıcaklık gibi etkenlerle insanların biraraya toplanması için oldukça elverişli bir ortam sağlıyordu.

Ateş yemek pişirmenin yanında insan hayatına birçok yenilik getirdi. Ateş sayesinde doğal ortamları kendilerine uyacak şekilde düzenlemeye başlayan insanlar, yabani gıdaların büyümesini sağlamak için toprağı temizleyip, hayvanların otlayıp üremesi için alanlar açmaya başladı. Böylece insanlar yabani gıdaları toplayabilir ve üreyen hayvanları ateş yardımıyla topluca uçurumdan aşağı sürebilecek hale geldi. Sonrasında ok ve yayın katıldığı bu avlanma tekniklerine yaklaşık 18.000 yıl önce kurdun av köpeğine dönüşmesi ile bir artık insanlar uzman avcı kategorisine yükseldi.

İnsanlık tarihindeki en önemli kültürel buluşlardan biri olan ateşin keşfi, yaşam standartlarındaki birçok değişikliğin yanısıra, insanın evrimine doğrudan yön verdi. Yaşlıların daha iyi beslenmesi ile insan ömrü uzadı, ateşte pişirilen yiyeceğin daha hijyenik olması insan sağlığını olumlu etkiledi, hastalıklar ve ölümler azaldı, mide ve bağırsaklarda etkin olan bakterilerin yarattığı hastalıklar bitti. Zaman içinde pişmiş yiyeceklere uyum sağlayan bünyemiz de bu doğrultuda evrimleşti.