Darwin’in başyapıtı, Türlerin Kökeni, iki temel noktayı kapsamaktadır. Bunlardan biri, türlerin değişmezliği öğretisine ilişkindir. Darwin çok sayı ve çeşitte olgusal kanıtlar getirerek, kilisenin resmî görüşünü de yansıtan o yerleşik öğretinin dayanaksız olduğunu gösterir. Belli doğa olgularını açıklama bir evrim kuramı oluşturmayı gerektirmekteydi. Canlı dünyada, sürekli yeni türlere yol açan ama yavaş giden değişim genel kuraldı.

İkinci nokta, Darwin’in “doğal seleksiyon” dediği evrim sürecinin düzeneğine ilişkindir. Buna göre, tüm ereksel görünümüne karşın, canlıların evrimi doğrudan ve de yalın bir biçimde hiçbir amaç içermeyen mekanik terimlerle açıklanabilirdi.

Darwin’in çalışmasını meslekten biyologlar arasında etkili kılan işte bu ikinci noktaydı. Biyologların çoğu zaten, evrim düşüncesini kabul etmeye hazırdı; ancak, 1859’dan önce hemen hiçbir biyolog evrimin oluşum düzeneği üzerinde “bilimsel” diyebileceğimiz bir düşünceye sahip değildi. O dönemin seçkin bilim adamlarından T. H. Huxley, örneğin, Türlerin Kökeni’ni okuduktan sonra, “Bunu düşünmediğim için ne kadar aptal olmalıyım!” demekten kendini alamaz. Huxley’in geriye kalan meslek çalışması Darwinciliği savunmak ile geçer.

Darwin’in evrim görüşü, 19. yüzyılın sonlarına dek biyologlar tarafından genellikle benimsenir. 1890’dan sonra su yüzüne vuran kimi kuşku ve doyumsuzluk belirtileri giderek yoğunluk kazanır; öyle ki, 1910’a gelindiğinde kimi eleştiricilerin, Darwinciliğin artık öldüğünü ileri sürdüklerine tanık olmaktayız. “Darwincilik” derken kuşkusuz evrimin doğal seleksiyon yöntemi söz konusuydu. Yoksa, 1859’dan sonra bir iki eski kafalı ya da şarlatan dışında biyologların hemen hiçbiri evrim olgusunu sorgulama yoluna gitmemiştir.

Yüzyılımızın başlarında evrim kuramına yönelik bu kuşkucu tutum iki temel nedene dayanmaktaydı. Bir kez, o zaman bilinen Darwincilik giderek salt spekülatif bir öğreti olma yoluna girmiş; doğal seleksiyon, olgusal verilere gitmeksizin de her şeyi açıklayan; doğruluğu apaçık bir ilke diye algılanmaya başlanmıştı. Sonra genetik alanında “mutasyon” denen yeni bir olay ortaya çıkmıştı. Buna göre, kalıtsal değişim, adım adım değil sıçrayarak ilerlemekteydi. Bu demekti ki, evrim Darwin’in ileri sürdüğü gibi yavaş giden bir değişim değil, büyük sıçramalar içeren bir süreçtir.

Ne var ki, evrim ve kalıtım çalışmalarında daha sonra ortaya konan çok sayıda yeni olgusal kanıtlar, Darwinciliğe yöneltilen eleştirilerin yersizliğini gösterir; dahası, dengeyi kanımca bir daha tersine dönmeyecek şekilde Darwincilik lehine çevirir. Bu kanıtlar arasında en başta mutasyonların büyük çoğunluğunun sıçramalar biçiminde değil, belki küçük adımlar biçiminde birer değişim olduğu bulgusu gelir.

Görülüyor ki, Darwinciliğin yıkıldığı savı en azından bir abartma olmaktan ileri bir şey değildi. Gerçekten, yüzyılımızda ortaya konan tüm biyolojik bulgular doğal seleksiyonu evrimin temel yöntemi olarak kanıtlayıcı niteliktedir. Öyle ki, bu yöntem şimdi Darwin’in bıraktığından daha sağlam bir dayanak üstündedir. Bir noktayı hemen belirtelim: Evrime ilişkin alternatif açıklamalar inandırıcı olmaktan çıkmıştır. Bunların başında, sonradan edinilen özelliklerin (yani bireyin yaşam döneminde çevresindeki değişikliklerin etkisiyle ya da organlarını kullanıp kullanamama nedeniyle uğradığı değişikliklerin) kalıtsallık savını içeren Lamarkçılık vardı. Bu artık geçerliğini tümüyle yitirmiş bir teoridir: Açıklamada yetersiz kaldığı birçok olgunun yanı sıra, pek çok olguya da ters düşmektedir. Üstelik açıklar göründüğü olgular da ya birtakım yanlışlıklar içermekte ya da daha doyurucu alternatif açıklamalara elvermektedir. Kaldı ki teorinin kendi içinde yeterince tutarlı olduğu bile söylenemez.

Gene inandırıcılığını yitiren bir başka açıklama da “orthogenesis” denen, evrimin önceden konmuş belli bir yönde ilerleyen bir süreç olduğu görüşüdür. Gerçi fosiller üzerindeki incelemeler evrimin çoğu kez doğrusal bir çizgi izlediğini göstermektedir. Bunun çok iyi bilinen bir örneği, atın koşma hızına, tek tırnaklı ayağa, ot çiğnemede oldukça etkili diş yapısına yönelik kararlı evrimdir. Ne var ki, evrimin nerede daha etkili bir organ ya da organsal işleve yönelik olduğu görülmüşse, orada doğal seleksiyonu bulmaktayız. Kaldı ki filler ile bir maymun türü olan şebekler (baboons) örneğinde olduğu gibi evrimin doğrusal bir çizgi izlemediğini, tersine, zaman zaman yön değiştirdiğini gösteren pek çok gözlem verisi vardır.

Evrimi açıklamada bir de Bergson’un “élan vital” türünden gizemli yaşam gücü ya da bilinçaltı ereksellik içeren teorilere başvurduğunu biliyoruz. Öyle bir teori çarpıcı olsa da, gerçek anlamda bir açıklama olmaktan uzaktır. Yaşamın élan vital denen gizemli atılım gücüyle evrimleştiğini söylemenin, uçağın élan uçak olduğu için uçtuğunu söylemekten farklı yoktur.

Durum yalnızca sözünü ettiğimiz alternatif açıklamaların geçersizliklerini yitirmesiyle değil, aynı zamanda doğal seleksiyon kuramını destekleyen pek çok yeni kanıtın toplanmasıyla da Darwincilik için güvence sağlamıştır. Darwin’in kendi kuramına ilişkin sıkıntılarından biri (ki bu sıkıntı onu istemeyerek de olsa bazı noktalarda Lamarkçılığa sığınmaya itmiştir), bizim şimdi “küçük mutasyon” dediğimiz ufak çapta kalıtsal varyasyonların, çiftleşmeye karşın, nasıl korunabildiğini görememesiydi. Bu o sıra yaygın olan “kalıtsal kaynaşma” düşüncesine bağlı olmasından ileri gelen bir sıkıntıydı. İki farklı tip arasındaki çiftleşmede, iki tarafın kalıtım özelliklerinin yavruda kaynaştığı (tıpkı ayrı renkteki iki mürekkep damlasının kaynaşması gibi) varsayılıyordu. Öyle ki, yeni bir özelliğin çiftleşme nedeniyle bozularak çok geçmeden ortadan silineceği beklentisi vardı. Oysa Mendelciliğin özü, genlerin ya da kalıtım birimlerinin (çok az rastlanan mutasyonları hesaba katmazsa) öbür genlerle birleşme biçimleri ne olursa olsun değişmeden kaldığıdır. Mutasyonla oluşan genlerin birçoğunun, koşullar elverip çoğalma olanağı buluncaya dek, üreme hücresi plazmasında etkisiz olarak kaldığı bilinmektedir. Mutasyonla oluşan yeni bir gen çekinik (recessive) ise, yani belirgin etkinlik göstermesi için çift dozda ortaya çıkması gerekiyorsa, azıcık zararlı da olsa, tek dozda uzun süre kalabilir.

Darwinciliğin özü doğal seleksiyon ilkesinde saklıdır; öyleyse, öncelikle bu ilkeyi anlamamız gerekir.

Darwin doğal seleksiyon teorisini gözlenebilir üç doğa olgusuyla bu olgulardan kalkan iki mantıksal çıkarsamaya oturtmuştur. İlk olgu tüm organizmaların geometrik diziyle çoğalma eğilimidir. Organizmaların bu eğilimi, yaşamlarının ilk aşamasında yavruların sayı bakımından ana-babalarını daima aştığı olgusunda yansımaktadır. Bu kural canlıların üreme biçimi nasıl olursa olsun (doğum, yumurtadan çıkma, hücre bölünmesi vb.) tüm durumlar için geçerlidir.

İkinci olgu, daha fazla çoğalma eğilimine karşın, türlerde nüfusun aşağı yukarı sabit kaldığıdır.

Bu iki olgudan Darwin ilk ilkesini, yaşam savaşımı ilkesini, çıkarsar. Şöyle ki, yaşamı sürdürebilenden daha fazla yavru üretildiğinden bunlar arasında yaşamda kama yarışımı kaçınılmazdır.

Darwin’in üçüncü doğa olgusu varyasyondu: Tüm organizmalar birbirlerinden önemli ölçülerde farklılık gösterir. Bu olguyla birinci çıkarsaması ona ikinci çıkarsaması olan doğal seleksiyon ilkesini verir. Bireyler arasında yaşam savaşımı olduğu, bireylerin de farklı özellikler taşıdığı göz önüne alındığında, yaşam savaşımında kimi özelliklerin üstünlük kimi özelliklerin de tersine yetersizlik oluşturacağı kaçınılmazdır. Öyleyse özellikleri üstünlük sağlayan bireylerin yaşamda kalma ve üreme olasılığı yetersizlik içinde olan bireylerden daha fazladır. Söz konusu özellikler çoğunluk kalıtsal olduğundan, yaşam savaşımında başarı sağlayan özellikler kuşaklar boyu birikirken, yetersizliğe yol açan özellikler, bireylerin ayıklanmasıyla, giderek yok olur. Böylece doğal seleksiyon, canlıların çevre koşullarına daha uyumlu olmalarını sağlamakta, uzun sürede türlerin evrimine yol açmaktadır.

Biyolojinin tarihsel gelişiminin ışığında, değindiğimiz noktalar biraz daha durmak, hem Darwin’in teorisine ilişkin kendi görüşünü hem de günümüzün bakışını aydınlatma bakımından yararlı olacaktır.

Darwin’in belirlediği ilk olgu herhangi bir sorgulamaya uğramadan kalmaktadır. Tüm organizmalar geometrik diziyle çoğalma gizil gücüne (potansiyeline) sahiptir. Kuşkusuz, üreyen yavruların ana babaya oranı sabit değildir; bu, yerden yere, mevsimden mevsime farklılık gösterebilir. Bununla birlikte, tüm durumlarda çoğalma eğilimi aritmetik değil geometrik artış sergilemektedir.

Türlerin nüfus sayısındaki genel kararlığına ilişkin ikinci olgu da herhangi bir kuşku ya da itiraza yol açmamıştır. Darwin’in de özellikle belirttiği gibi, nüfus kararlılık kesin değil yaklaşık bir belirlemedir; öyle ki, kimi türlerde nüfus sürekli artış gösterirken, diğerlerinde tersine bir gidiş olabilir. Ancak sürekli bir artış hâlinde bile çoğalma hiçbir zaman potansiyelin elverdiği düzeye ulaşamaz: Yavruların bir bölümü daha ilk aşamada ister istemez ayıklanır. Üstelik artan ekoloji bilgilerimize dayanarak, pek çok türün sayılarında dönersel (cyclical), çoğu kez gözden kaçmayan düzgün bir gidişle oluşan büyük çapta artış ya da azalışların olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu durum, kimi ilginç evrimsel sonuçlarına karşın, genel ilkeyi geçersiz kılmamaktadır.

İlk iki olgu kabul edildiğinde, onlardan çıkarsanan sonucu yadsıyamayız: Canlılar dünyasında yaşam savaşımı, daha doğrusu ayıklanmaktan kurtulma savaşımı, kaçınılmazdır.

Özetlersek, Darwinciliğin günümüzde tüm canlılığıyla sürdüğünü söyleyeceğiz. Daha da ileri giderek, modern evrim kuramımızda Darwin’den daha çok Darwinci olduğumuzu söyleyebiliriz. Darwin’in evrim kuramına özel katkısı doğal seleksiyon ilkesiydi; ancak döneminin bilgi yetersizliği nedeniyle organ kullanım veya kullanımsızlık sonuçlarının, çevresel etkilerin doğrudan yol açtığı modifikasyonların kalıtsallığı gibi Lamarkçı hipotezlere başvurarak teorisini pekiştirmek zorunda kalmıştı. Bugün biz o türden ikincil destek hipotezleri gerekli görmemekteyiz. Tüm canlı dünyaya egemen doğal seleksiyonun evrimin neredeyse tek yönlendirici aracı olduğu yeterince kanıtlanmıştır, artık!

Darwin’e haklı olarak, biyolojinin Newton’u diyenler vardır. Newton gibi o da bilime, kendi uğraş alanının tüm dallarında geçerli, birleştirici bir kuram getirdi. Biyoloji her dalında evrimsel sonuçlar içermektedir. Örneğin, fizyolog insan bedenine ilişkin süreçler üzerinde son derecede ayrıntılı çözümler verebilir; ama, evrimsel tarihimizi göz önünde tutmazsa, verdiği çözümlemeler yetersiz kalmaktan kurtulamaz.

Kavramın birleştirici gücü, evrim üzerindeki çalışmaların biyolojinin çok farklı inceleme alanlarına başvurma, sorunlarını çözmede bu alanları birleştirme tutumunda da kendini açığa vurmaktadır. Karşılaştırmalı anatomi, embriyoloji, doğal tarih ile ekoloji, sınıflama, paleontoloji, genetik, davranış ve hücre bilimi, tüm bu ve benzer çalışmalar yeni evrim sentezinde birleşmekte, birbirini aydınlatmaktadır.

Öte yandan, evrim, çağdaş bilimsel görüşte giderek odaklaşan görecelik anlayışına ilk gereksinme duyan bilim dallarından biri olmuştur. Evrim açısından bakıldığında, bir organizmanın kendi başına bir anlamı yoktur; onun anlamı belli bir çevreyle, düşmanları ve rakipleriyle, geçmişi ve geleceğiyle ilişkisinde belirginlik kazanır. Tüm bu noktalar, Darwin’in kuramını ustaca işlemesinde üstü örtük de olsa vardır.

Evrim olgusuna getirdiği açıklamanın yanı sıra biyolojide pek çok soruna ışık tutan Darwincilik yıkılmadı; daha yetkin alternatif bir kuram ortaya çıkmadıkça da ayakta kalacaktır.

Julian Huxley
(Bu yazı, Prof. Dr. Cemal Yıldırım’ın “Evrim Kuramı ve Bağnazlık” adlı eserinden alınmıştır.)
Geçen sene uzay turizmini teşvik eden retro tarzda eğlenceli posterler hazırlayan NASA'nın Jet Propulsion Laboratory (JPL) departmanı, gördüğü ilgiden memnun kalmış olacak ki poster serisini bu sene daha da geliştirdi. Geçen seneki Exoplanet serisi ile birlikte toplam 14 posterden oluşan Visions of the Future serisi, NASA’nın eğlenceli ve yaratıcı yönünü gözler önüne seriyor.

Posterlerde Güneş Sistemi'ndeki gezegen ve çeşitli uydular üzerine uzay turizmi reklam kampanyaları tasarımlarını sergileyen JPL, bu kampanyalarda gezegenlere ve uzaya dair gerçek verilere atıfta bulunuluyor. Afişlerde Satürn'ün uyduları Enceladus ve Titan, cüce gezegen Ceres, Venüs ve Jüpiter'e ait bilgiler de bulunuyor.

NASA'ya bağlı bir araştırma geliştirme merkezi olarak hizmet veren JPL'de 13 yıl önce kurulmuş olan tasarım birimi, Dan Goods ve ekibinden oluşuyor. JPL'deki bilim insanları ve mühendislerle bir arada çalışan tasarımcılar, dolayısıyla tüm yeni keşifleri ve güneş sisteminde olup biten pek çok şeyi de yakından takip ediyor.















Bilim insanları, kütle çekimi ve evreni anlama yolunda muazzam bir keşif yaptıklarını açıkladı. Albert Einstein'ın kuramlarından 100 yıl sonra, onun tüm evrene yayıldığını söylediği kütle çekimi dalgalarını nihayet gözlemlediler. Kütle çekimi dalgalarını "görebilmenin" Büyük Patlama'dan başlayarak uzayın pek çok sırrını çözmekte faydalı olacağı ifade ediliyor.

Projenin Avrupa'daki lideri olan Max Planck Kütle Çekimi Fiziği Enstitüsü'nden Profesör Karsten Danzmann, Higgs bozonunun bulunuşu kadar önemli bir keşif yaptıklarını, bu keşfin DNA'nın yapısının anlaşılması ile bir tutulması gerektiğini söyledi.

Danzman, "Kesinlikle Nobel'i hak ediyoruz." dedi.

Kütle çekimi dalgaları nedir?
Uzay-zamandaki dalgalar. İki büyük kara deliğin çarpışması gibi şiddetli olaylarla doğuyor ve örneğin bir havuza taş atıldığında yüzeyinde oluşan halkalar gibi dağılmaya başlıyorlar. Işık hızıyla hareket eden bu dalgalar zamanla yalnızca galaksiye değil, uzay-zamanın tümüne yayılıyor.

Başka açılardan da ışığa benzeyen bu dalgaların, ışıktan önemli bir farkları var: Onun gibi başka cisimler tarafından saçılmıyor ya da emilmiyorlar. Yani bozulmadan kalıyorlar. Bu nedenle de bilim insanları onlara "Mükemmel haberciler" diyor. Bu dalgalarla gönderilen mesaj, aradan milyonlarca yıl da geçse ilk günkü gibi kalıyor.

Bu keşif ne işe yarayacak?
Keşfi yapan Ligo İşbirliği adlı uluslararası ekip, gözlemlerinin astronomide çığır açacağını ve nihayetinde Büyük Patlama'yı anlamamıza yardımcı olacağını söylüyor. Çünkü kütle çekimi dalgalarının ilk olarak evrenin oluştuğu anda meydana geldikleri ve hala uzayda dolaştıkları tahmin ediliyor.

Profesör Stephen Hawking, bunun bilim tarihine geçecek bir an olduğunu söyledi. Kara delikler konusunda uzman olan Hawking, "Kütle çekimi dalgaları, evrene bakmanın yepyeni bir yolunu sunacak bize. Onları saptayabilir olmamız, astronomide devrim yaratabilir." dedi ve ekledi: "Einstein'ın İzafiyet Teorisi'ni sınamanın yanı sıra, evrenin tarihi boyunca oluşmuş tüm kara delikleri görmeyi umabiliriz. Hatta Büyük Patlama sırasındaki evrenden kalıntıları bile görmek mümkün olabilir."

Bilim insanları şimdi nelere bakacaklar?
Keşfin özellikle uzayın "Karanlık Evren" denen ve bugün elimizde olan teleskoplarla göremediğimiz daha büyük olan bölümünü anlamakta işe yarayacağı umuluyor.

Kara delikler, nötron yıldızlar ilk bakılacak yerler olacak. Ama tabii asıl, uzayın derinliklerinde geçmişin ve "Büyük Patlama"nın izleri aranacak.

Bilim çevreleri bu imkanın yepyeni bir kuşağı bilimsel araştırmalara yönelteceği umudunu da dile getiriyor.

Araştırma nasıl yapıldı?
Dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuarlar, yıllardır L şeklindeki uzun tüneller boyunca lazer ışıkları yollayarak uzay-zamanın dokusundaki dalgalanmaları saptamaya çalışıyordu. Dalgaların izi, interferometre denen aletlerle ölçülen, bir atomun büyüklüğünden kat kat ufak değişimlerde arandı.

Sonunda ilk gözlem, Dünya'ya bir milyardan fazla ışık yılı uzaklıkta iki kara deliğin çarpışması sırasında yapıldı. Üstelik kara deliklerin birleşmesi ABD'de Washington ve Louisiana eyaletlerindeki iki ayrı LIGO (Lazer İnterferometre Kütle Çekimi Dalgası Gözlemevi) laboratuarında birden, 14 Eylül 2015'te, 13:51'de saptandı. Yani interferometreler bir milyar yıldan fazla bir süre önce yaşanan olayı kaydedebildi.

Gerçekten ilk kez mi görüldüler?
2014 yılında Antarktika'daki BICEP-2 teleskobuyla çalışan araştırmacılar ilk keşfi yaptıklarını sanarak bilim dünyasını heyecanlandırdı. Ancak iki hafta kadar sonra, yanlış analiz yaptıkları ortaya çıktı.

Einstein ne demişti?
İzafiyet Teorisi'ni yazarken ortaya attığı kuramlardan birinde, tüm evrenin kütle çekimi dalgalarıyla kaplı olduğunu söylemişti.

Einstein'a göre uzayda bir bölgedeki kütle çekimi ani bir olay sonucu değişirse, o bölgeden uzaya ışık hızıyla kütle çekimi enerjisi dalgaları yayılır. Bu dalgalar da uzayda geçtikleri yerleri gerer ya da sıkıştırır. Fakat Einstein, bu dalgaların fiziksel varlığını saptamanın hiç mümkün olmayabileceğini de yazmıştı.