Keşiflerimizin hemen hemen tümünü öfkelerimize, dengesizliğimizin azıtmasına borçluyuz. Tanrı’yı bile –kafamızı kurcalıyorsa– içimizde değil cinnetimizin dış sınırında buluruz, tam da öfkemizin onunkiyle burun buruna geldiği, çarpıştığı, bizim için olduğu gibi onun için de yıkıcı bir karşılaşmanın olduğu noktada. Eylemleri yüzünden lanetle cezalandırılan öfkeli kişi, sırf çıldırmış, saldırgan olarak geri dönmek için doğasını zorlar, kendini aşar. Girişimleri de peşi sıra gelir cezalandırmak için. Yaratıcısına karşı gelmeyen bir yapıt yoktur: Şiir şairini, sistem filozofu, olay da eylem adamını ezecek. İç sesine uyarak ona yanıt veren, tarih içinde kıpırdanan yok olur; yalnız o, insanlığından sıyrılan, varlığın bağrında keyfince yan gelebilmek için armağan ve yeteneklerini feda eden insan kendini kurtarır. Metafizik bir yaşama can atarsam kimliğimi koruma imkânım ortadan kalkar: Ondan kalan en küçük kalıntıyı dahi tasfiye etmem gerek; ama tersine, tarihsel bir rol üstlenerek maceraya atılırsam, bana düşen iş kendimi havaya uçuruncaya kadar yeteneklerimi azdırmaktır. İnsan her zaman taşıdığı ben tarafından telef edilir: Bir isme sahip olmak kesin bir yıkılma biçimine talip olmaktır.

Görünüşüne bağlı olan öfkeli insanın cesareti kırılmaz, yeniden başlar ve direnir, acıdan kaçamaz çünkü. Başkalarını yitirmek için çabalar mı? Çabalarsa da kendi yıkımına ulaşmak için saptığı bir yol olur bu. Kendinden emin görüntüsünün, palavralarının altında bir mutsuzluk müptelası gizlidir. Kendine düşman olanlara da işte bu öfkeli insanlar arasında rastlarız. Biz, hepimiz dinginliğin anahtarını yitirmiş, artık büyük acının sırlarından başka bir şeye varamayan öfkelileriz, gözü dönmüşleriz.

Yavaş yavaş zamanın bizi öğütmesine izin verecek yerde onu aşmanın, onun anlarına bizimkileri katmanın iyi bir şey olduğunu sandık. Eskinin üzerine eklenmiş bu yeni zaman, bu özümsenmiş ve tasarlanmış zaman zehirli etkisini hemen göstermeliydi: Nesnelleşerek tarih olacaktı; sayemizde karşımıza dikilmiş bir canavara dönüşecekti; edilginlik biçimlerine, bilgelik reçetelerine başvursak bile kaçamayacağımız bir yazgıya dönüşüyordu.

Bir etkisizlik tedavisine girişmeli, Taocu babaları izlemeliyiz. Onların vazgeçme, oluruna bırakma, yokluğun egemenliği öğretileri üzerine düşünmeliyiz. Onları örnek alarak; en sevdikleri element olan su gibi davranmalı, girdiği kabın şeklini alan, dünyayla savaşı kesen bilincin yolunu izlemeliyiz. Onlar merakımızı, acı çekme iştahımızı mahkûm ederler. Bu bakımdan mistiklerden, özellikle de kıl gömleğin, kirpi derisinin, uykusuzluğun, açlığın ve inlemenin erdemlerini bize öğütlemekte usta olan ortaçağ mistiklerinden ayrılırlar.

“Yoğun yaşam Tao’ya aykırıdır,” der Lao-Tzu, insanların en normali olan insan. Ama gel gör ki Hıristiyanlık virüsü kemirir bizi: Kendini kamçılayanların mirasına konan bizler gitgide daha ince azaplar geliştirerek kendimizin bilincine varırız. Din batmak üzere mi? Onun zırvalıklarını sürdürüyoruz, geçmişin çile girişimlerini, hücre çığlıklarını sürdürdüğümüz gibi; acı çekme arzumuz manastırların gelişme dönemlerindeki acı çekme arzusuna denk. Kilise artık cehennemi tekelinde bulundurmuyor olabilir, ama bizi yine de bir iç çekişmeler zincirine, çile yüceltmesine, bir anda söndürülmüş bir sevincin ve sevinçli hüznün yüceltilmesine bağlayacaktır.

Beden gibi zihin de “yoğun yaşam”ın başlıca konusudur. Nietzsche, Baudelaire ve Dostoyevski gibi kendine karşı düşünme sanatının ustaları, tehlikelerimize güvenmeyi, kötülüklerimizin alanını genişletmeyi, varlığımızla anlaşmazlık içinde olan bir varoluşun sahibi olmayı öğrettiler bize. Ve büyük Çinliye göre düşkünlüğün simgesi olan eksiklik eğitimi, bizim için, kendimize egemen olmanın, kendimizle doğrudan temasa geçmenin biricik tarzını oluşturur.

“İnsan hiçbir şeyi sevmediğinde, yaralanmaz olacaktır” (Chuang-Tzu). Derin olduğu kadar etkisiz bir söz. Duyumsamazlığın kendisi bir gerilim, çatışma, saldırganlık olursa, kayıtsızlığın bu en uç noktasına nasıl varılır? Atalarımız arasında hiçbir bilge yok ama, düş kırıklıklarını ya da taşkınlıklarını sürdürmemiz gerekecek birtakım doyumsuzlar, gelgeç istekliler ve çılgınlar var. Bizim Çinlilere göre, yalnız kayıtsız bir zihin her zaman Tao’nun özünü kavrar; tutkulu olanın gördüğü yalnızca sonuçlardır: Derinliklere inmek sessizlik ister, sarsıntılarımızın hatta yetilerimizin durdurulmasını gerektirir. Ama mutlak olana ulaşma isteğimizin eylem ve mücadele terimleriyle açıklanması, Kierkegaard’a “inancın şövalyesi” sanının verilmesi, Pascal’ın da yergiciden başka bir şey olmaması anlamlı değil mi? Saldırıyor ve çırpınıyoruz; o halde Tao’ nun sonuçlarından başka bildiğimiz yok. Zaten dinginciliğin, yani Taoculuğun Avrupalı eşdeğerlisinin iflası, olanaklarımız ve görüş açılarımız üzerine çok şey söyler.

Edilginliğin öğrenilmesi… alışkanlıklarımıza bundan aykırı hiçbir şey olamaz. (Modern çağ iki isteriyle başlar: Don Kişot ve Luther.) Zamanı özümseyip onu üretiyorsak, özün egemenliğinden ve bunun bir gereği olan düşünceye dalmayı seven itaatten tiksindiğimiz içindir. Taoculuk bilgeliğin ilk ve son sözü gibi geliyor bana: Yine de ona itaatkâr değilim, onlar ne olursa olsun hiçbir şeye katlanmayı kabul etmedikleri gibi benim içgüdülerim de onu kabul etmiyor. Başkaldırı mirası bu kadar bunaltır bizi. Hastalığımız nedir? Zamanı ölçüp biçmekle, dönüşüme tapınmakla geçen yüzyıllar. Çin’e ya da Hint’e birkaç başvuruyla kurtulacak mıyız ondan?

Ne içinden kavrayabileceğimiz ne günlük benliğimize dönüştürebileceğimiz ne de bir kuram içine alabileceğimiz bilgelik ve kurtuluş biçimleri vardır. Kurtuluşu gerçekten istiyorsak, bizden kaynaklanmalı: Onu başka bir yerde, hazır bir sistemde ya da Doğulu bir öğretide aramamalı. Bununla birlikte, mutlakta gözü olan birçok kişide olan şey genellikle budur. Ama bu kişinin bilgeliği sahtedir, onun kurtuluşu aldanıştır. Sadece teozofiyi ve yandaşlarını değil, kendi doğasıyla bağdaşmayan hakikatleri kullanan herkesi kınıyorum. Birçoğunun kolay bir Hint’i vardır; ne karakterleri ne yetişme tarzları ne endişeleri, hiçbir şey onları buna hazırlamadığı halde, Hint’in sırlarını çözmüş olduklarına inanırlar. Kendi selametleri, kurtuluşları konusunda bize yukarıdan bakan bu sahte “kurtulmuş”ların sürüsüne bereket! Vicdanları rahattır; eylemlerinin üzerine yerleşmek istemezler mi? Dayanılmaz bir yutturmacadır bu. Üstelik o kadar yüksekten uçarlar ki her klasik din aile itikadı gibi gelir onlara, “metafizik kafa”ları dinle yetinemez. Hint düşüncesini yardıma çağırmak kuşkusuz onlara daha iyi gelir. Ama, Hint düşüncesinin ilke olarak, eylem-kuram uyumunu, kurtuluş-vazgeçiş özdeşliğini ileri sürdüğünü unuturlar. “Metafizik kafa”ya sahip olunduğunda bunlar hiç umursanmayan ıvır zıvırlar olur.

Bunca düzmece ve dalavereden sonra, bir dilenciyi seyretmek insanın içini rahatlatır. O, hiç değilse, ne kendine yalan söyler ne bize: Bir öğretisi varsa, bunun canlı örneği kendisidir; çalışmayı sevmez, bunu da kanıtlar; hiçbir şeye sahip olmak istemediği gibi, özgürlüğünün koşulu olan yoksulluğunu geliştirir. Düşüncesi varlığı, varlığı düşüncesi içinde erir. Her şeyden yoksundur, salt kendisidir, direnir: Sonsuzluğu doğrudan doğruya yaşamak günü gününe yaşamaktır. Zaten bu yüzden, ona göre, başkaları bir yanılsamaya tıkılıp kalmıştır. Dilenci her ne kadar başkalarına bağımlı olsa da, öcünü onları yakından gözlemleyerek alır, “yüce” duyguların iç yüzünü çok iyi bilir! Az bulunur bir nitelikteki tembelliğidir, bir enayiler ve aptallar dünyasında yolunu şaşırmış, gerçekten “kurtulmuş” bir kişiye dönüştüren onu. Vazgeçiş hakkında sizin anlaşılmaz yapıtlarınızın çoğundan daha çok şey bilir. Buna inanmanız için sadece sokağa çıkmalısınız… Ama hayır! Siz dilenciliği öven metinleri tercih edersiniz. Derin düşüncelerinizden hiçbir pratik sonuç çıkmadığına göre, son sokak serserisinin sizden daha iyi olmasına şaşılmayacaktır. Hem hakikatlerine hem de sarayına bağlı bir Buda düşünülebilir mi? Hem “kurtulmuş” hem de mülk sahibi olunmaz. Yalanın yayılmasına, sözde “kurtuluş”larını ortaya dökenlere, kendi ilkelerinden doğmayan bir öğretiyle bu yalanı destekleyenlere isyan ediyorum. Onların maskesini düşürmeli, onları tırmandıkları basamaktan indirip âleme rezil etmeli! Bu, hiç kimsenin ilgisiz kalmaması gereken bir savaşımdır. Çünkü vicdanı çok rahat olanların, huzur içinde yaşayıp ölmelerine, ne pahasına olursa olsun, engel olmak gerekiyor.

Emil Michel Cioran
Var Olma Eğilimi
Kumluca’da Mimar Sinan İlkokulu dördüncü sınıf öğrencisi E. Z. S.’nin annesi Aliye Uğur Sazcı ve babası Tongut Sonay Sazcı, bir dine mensup olmadıklarını belirterek çocuklarının Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulması istemiyle Kumluca Kaymakamlığı’na başvurdu. Kaymakamlık, 6 Aralık 2014 tarihli kararında, anne ve babanın bu talebini reddetti. Bu karara karşın E. Z. S.’ye velayeten anne ve babası, Milli Eğitim Bakanlığı ve Kumluca Kaymakamlığı aleyhine Antalya 1’inci İdare Mahkemesi’nde dava açtı.

Açılan davada, iradelerine ve felsefi görüşlerine aykırı bir biçimde dinsel eğitim verildiği, ateist oldukları, nüfus cüzdanlarında yer alan din hanesinin boş olduğu, zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin verilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesine ve ek 1 nolu protokolün 2’nci maddesine aykırı olduğu yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce verilmiş kararlar bulunduğu, dördüncü sınıf öğrencisi çocukların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini alırken psikolojik travma yaşadığı, içsel çatışmalar nedeniyle dersi algılamakta zorlandığı ifade edilerek kaymakamlık işleminin iptali istendi.

Bakanlık: Sadece Müslümanlara Yönelik Bir Ders Değil
Türkiye’de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin anayasal zorunluluk olduğunu savunan Milli Eğitim Bakanlığı ise, ders programları ve kitaplarının idarelerce hazırlandığını belirtti. Bakanlık savunmasında, söz konusu dersin herhangi bir din veya felsefi doktrin merkezli olmadığını, derste bilimsel araştırmaya dayalı bilginin ön planda tutulduğu, içeriğin batıl ve hurafeye dayalı yanlış bilgilerden arındırıldığını iddia etti. Ders programının sadece İslam dinine mensup çocuklara değil hangi mezhepten veya felsefi düşünceden olursa olsun tüm çocuklara ve atesitlere hitap ettiği de öne sürüldü. Bakanlık davanın reddini istedi.

Mahkeme Aileyi Haklı Buldu
Antalya 1’inci İdare Mahkemesi aileyi haklı buldu. Mahkemenin kararında, devletin, eğitim ve öğretimle ilgili olarak üzerine düşen görevleri yerine getirirken müfredatta yer alan bilgilerin nesnel ve çoğulcu bir şekilde aktarılmasına dikkat etmesi, ebeveynlerin dini ve felsefi kanaatlerine saygı göstermesi gerektiği belirtildi.

Anayasa’nın 24’üncü maddesine göre din kültürü ve ahlak öğretiminin ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında olduğunun kuşkusuz olduğu belirtilen kararda, şöyle denildi:
“Ancak bu öğretimin Anayasa’nın öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi gerektiği, içeriğinin nesnel ve çoğulcu olması, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak, bütün dinsel inançları eşdeğer görmesi gerekmektedir. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını esas alması durumunda, bunun din kültürü ve ahlak bilgisi dersi olarak kabul edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı açıktır.”
Davaya hukuki destek veren Eğitim Sen’in Antalya Şube Başkanı Kadir Öztürk, bu kararla hukukun yerini bulduğunu söyledi. Mahkemenin davaya ilişkin kararını 30 Aralık 2015’te verdiğini, ancak kararın geçen pazartesi günü taraflara tebliğ edildiğini kaydeden Öztürk, “Bilimsel, laik, demokratik eğitimde herkesin kendi inancı doğrultusunda eğitim alması veya almamasının aileye, kişiye bağlı olması ve okullarımızda zorunlu din dersi olmaması gerektiğini gösteren bir hukuki karardır. Herkes kendi inancını istediği gibi yaşamalı ve buna devlet müdahale etmemelidir.” dedi.

Başkan Öztürk, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 30 gün içerisinde karara itiraz için Danıştay’a başvurma hakkının bulunduğunu söyledi.

Kaynak: The Telegraph
Rusya’da Pussy Riot adlı punk müzik grubunun üç üyesi bir kilisede düzenledikleri eylem nedeniyle hakim karşısına çıkmış ve “dine yönelik nefretten kaynaklanan holiganlık” suçundan mahkum olmuştu.

Pussy Riot’un üç üyesinin ikişer yıl hapis cezasına çarptırılmasına neden olan yasa yeniden gündemde. Bir Rus blog yazarı hakkında interten üzerinden “inananların dini duygularına hakaret ettiği” gerekçesiyle dava açıldı.

38 yaşındaki Viktor Krasnov, Ekim 2014’te mizah ağırlıklı haberlerin yer aldığı bir internet sitesinde paylaştığı yorumda “İncil adı verilen bu Yahudi masalları koleksiyonunun tam bir saçmalık olduğunu söylesem, ne dersiniz? Bence gerçek tam da bu, en azından benim için öyle, bence Tanrı yoktur.” ifadelerini kullandı.

Krasnov, yorumuna tepki gösteren muhataplarıyla bir süre tartıştı. Bu, ona göre internet üzerinden yaşadığı sıradan bir tartışmaydı. Ancak tartıştığı kişilerden biri kısa sürede Krasnov’a yanıldığını gösterdi. Dmitri Bourniachev adlı genç, bir Ortodoks olarak Krasnov’un ifadelerinden incindiğini belirterek suç duyurusunda bulundu.

Bir yıla kadar hapsi istenen Krasnov’un karmaşık dava süreci geçtiğimiz Haziran ayında başladı.

Krasnov, zorla bir psikiyatri kliniğine yatırıldı ve akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair bir dizi teste tabi tutuldu. Sağlığının yerinde olduğu anlaşılınca, savcılık Eylül ayında bir dilbilimci uzman görevlendirdi ve Rus blog yazarının “inananlara yönelik tahkir içeren ifadeleri” incelendi.

Krasnov’un avukatı, “sadece bir ateist” olarak tanımladığı müvekkilinin tüm dini olgulara karşı sıradan bir tutum sergilediğini savunuyor. Ancak davaya konu olan yazışmaları inceleyen dil uzmanı, Krasnov’un ifadelerinde özellikle Hristiyanlığa yönelik “negatif” bir tutum tespit ettiğini bildirdi.

İlk kez 4 Şubat’ta Stavropol kentinde hakim karşısına çıkan Krasnov, çarşamba günü mahkemede savunmasını verdi. Davanın bir sonraki duruşması 15 Mart’ta görülecek.