Roma İmparatorluğu’nun uzak bir vilayetinde Nazaretli İsa çarmıhta öldüğü zaman, arkasında yalnızca birkaç düzine destekçi bırakmıştı. O dönem içerisinde belki de kimse, 350 yıl sonra Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olacağını ve daha sonra da Dünya üzerindeki en çok inananı olan din statüsüne geleceğini düşünmemiştir.

Hristiyanlığın bu ’başarısı’ sıklıkla, barındırdığı mesajına atfedilir. Kendinden önce inanılan dinlerin aksine Hristiyanlık insanlara iyi olmayı öğütleyip, ölümden sonraki yaşamda ölümsüzlük vadetmiştir. Hristiyanlığın mesajı da birçok insan tarafından başkalarına yardım etmek, çok çalışmak, cinselliğini kontrol etmek ve bunları yapmayan insanların göreceği cezalar üzerinden kavramsallaştırılmıştır. Yani aslında Hristiyanlığın genel tanımı ahlak üzerinden yapılmıştır.

Hristiyanlık inancı yaygınlaşmadan önce inanılan dinlerin ahlak üzerinde pek de etkili olduğu söylenemez. Örneğin daha materyalist olan Greko-Romen dinlerinde genellikle ritüeller, kurbanlar ya da inanılan metafizik güce başka yalvarma yöntemleri ön plana çıkmıştır.

Aslında Hristiyanlığın yaydığı mesaj dönemi koşullarında yeni değil. Homer’in zamanında yani milattan önce 8. Yüzyılda, Yunanlılar bütün insanların öldükten sonra iyilikleri ve kötülükleri ile Hades’e gideceklerine inanıyorlardı. 5. Yüzyıldan itibaren de Yunanlılar, ölülerin yaşadıkları zamandaki fiiliyatlarına göre Hades tarafından yargılanacaklarına inanmaya başlamışlardı.

Bu süreç içerisinde toplumsal değerler de paralel olarak değişti. Homer’in İlyada’sında kahramanlar açık bir şekilde çok eşli ve sadakatsiz olsalar da, sadakat ve tek eşlilik milattan önce 1. Yüzyılda artık teşvik edilmeye başlanmıştı. Achilles ve Agamennon çabuk öfkelenen, cinsel olarak gözü doymayan ve kibirli liderler olsalar da, Roma İmparatorluğu’nun ahlakçıları nefse hakim olup kişisel zevklerden arınmayı ve alçakgönüllü olmayı savunmaya başlamışlardı.

SOSYAL YAPIŞTIRICI

Hristiyanlık 2000 yıldan fazla süredir ortaya çıkmış yeni dinler dalgasının bir parçasıydı. Fakat ne oldu da materyalist dinler yerini “toplum ahlakı” üzerinde etkili dinlere bıraktılar?

Bazı sosyal bilimciler bu durumu ahlakçı dinlerin birlikte çalışmayı teşvik etmesi üzerinden değerlendiriyorlar. Çünkü birlikte çalışmanın yaygın olduğu toplumlar, diğer toplumlara rekabette daha avantajlılar. Din bir çeşit sosyal yapıştırıcı gibidir ve toplumu bir arada tutar. Hem herkesin akraba ve aile olduğu noktasından yola çıkarak bağları kuvvetlendirirken, bedavacılığın da önünü tıkar. Ahlakçı dinlerin Mısır ve Sümer toplumlarının yükselişinden oldukça sonra ve insanlık tarihinde görece geç bir zamanda ortaya çıkmasının dışındaki konularda, bu açıklama mantıklı olabilir.

Davranış ekolojisi ve deneysel psikoloji üzerine yapılan yeni bir araştırmada ise, başka bir açıklama öne sürüyor.

Bu çalışmadaki açıklama, yaşam tarihi teorisi (life history theory) olarak biliniyor. Araştırmanın bulgularına göre; evrim programları ile donanmış organizmalar, davranışlarını çevrelerine göre düzenliyorlar. Acımasız ve ne olacağının tahmin edilmesi güç ortamlarda yani kaynakları az olan ve ölüm oranı yüksek olan çevrelerde, organizmalar ‘hızlı yaşam’ stratejisine adapte oluyorlar. Canlılar bu yaşam stratejisi içerisinde daha erken yaşlanıp daha erken ürüyorlar, yavrularıyla daha az ilgileniyorlar, düşüncesizce hareket edip agresif oluyorlar.

Örneğin; gelişme sürecinde oldukça rekabetçi bir ortamda birkaç gün için bırakılan sığırcıklarda daha düşük vücut ağırlığı ve daha düşük seviyelerde DNA onarımı gözleniyor. Fakat bu sığırcıklar daha riskli fakat yaşlanma açısından potansiyel olarak daha faydalı yatırımlar üzerinden ani ödüllere öncelik veriyorlar. Evrimsel bir bakış açısıyla bu durum değerlendirilirse daha anlamlı gelebilir; Eğer herhangi bir zaman ölebileceğinizi düşünürseniz, genlerinizi aktarabileceğiniz her ihtimale sıkıca sarılırsınız.

Yukarıdaki paragrafta açıklanan durumun tam aksine, eğer organizmalar daha tercih edilir ve ne olacağı tahmin edilebilen çevrelerde yaşarlarsa, yavaş yaşam stratejisini seçiyorlar. Daha geç olgunlaşıp daha geç ürüyorlar ve yavruları ile daha çok ilgileniyorlar. Bu organizmalar daha sabırlı ve hoşgörülü oluyorlar.

Aynı evrimsel tepkiye insanlarda da rastlamak mümkün. Yapılan araştırmaların bulgularına göre; çevre ne kadar iyi olursa, insanlar ailelerine ve romantik ilişkilerine o kadar fazla ilgili gösteriyorlar. Ayrıca daha varlıklı bir çevrede yaşayan insanlar daha az fevri ve daha az agresif oluyorlar. Örneğin varlıklı ailelerde yaşayan kadınlar daha geç yaşlarda çocuk sahibi oluyorlar. Ayrıca bu kadınların çocukları daha büyük oluyor ve daha çok anne sütüyle besleniyor. Bu iki etmen de bu kadınların yeniden hamine kalmasını zorlaştırıyor.

Aslında bulgular doğu Akdeniz bölgesinde 2500 yıl önce ne olduğunun da bir açıklaması gibi. 2500 yıl önce bu bölgede kişi başı harcanan enerji miktarı, Mısır ve Sümer medeniyetlerinde tipik günlük 15.000 kalori iken, 20.000 kaloriden daha fazlaydı. İnsanların bolluk içerisinde yaşaması, daha durağan ve  ne olacağı tahmin edilebilen bir popülasyon yapısıyla da, yavaş yaşam stratejisinin ön plana çıktığı söylenebilir. Tam bu noktada da, ahlakçı dinlerin yayılmaya başladığını görüyoruz. Acaba ahlakçı dinler ile toplumdaki yavaş yaşam stratejisinin bir bağlantısı olabilir mi?

Uzun süreçte bu faktörleri değerlendirdiğinizde, hızlı yaşam stratejisinden yavaş yaşam stratejisine geçiş ilk etapta yalnızca popülasyonun zengin kesimiyle sınırlı kalacaktır. Zengin kesim dışındaki toplumun diğer üyeleri ise hala hızlı yaşam stratejisiyle genç ölmeye devam edecektir ve elitler bu durumdan aslında çok da memnun olmayacaklardır.

Bu durum belki de insanın ahlak bilişselliğinin genel prensibiyle açıklanabilir. İnsanlar sezgisel olarak menfaatlerini tehdit eden davranışları doğru bulmazlar. Evrimsel süreç içerisinde yavaş yaşam stratejisini takip etmek, hızlı yavaş stratejisini takip edenlerin arasında bir dezavantaj olabilir. Eğer diğer bireyler toplumdaki cinsel fırsatları değerlendiriyor ve siz hâlâ vefalı davranıyorsanız, eğer toplumdaki herkes intikam alıyor ve siz affediyorsanız, eğer herkes eğlenirken siz çalışıyorsanız bu durum sizin için bir dezavantaj olarak değerlendirilebilir. Bu durumda toplumun elitleri, hızlı yaşam stratejisine sahip bireyleri ahlaki açıdan suçlayıp onların elindeki evrimsel olarak avantajlı kabul edilecek yaşam biçimlerini din yardımı ile yavaş yavaş değiştirmeyi amaçlamış olabilir.

Aynı fikir Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’nın kuzey bölgelerindeki zengin bölgelerde ahlakçı dinlerin kademeli bir şekilde zayıflamasını da açıklayabilir. Bir toplum içerisinde refah seviyesi ve yavaş yaşam stratejisine adaptasyon arttıkça, ahlak açısından hızlı yaşam stratejisini eleştiren dinlere ihtiyaç da azalıyor. Eğer bu görüş doğru ise, Greko-Romen dinlerinin ortadan kaybolması gibi şimdi hakim olan dinlerin de bir gün ortadan kalkacağı çıkarımı yapılabilir.

Nicolas Baumard (New Scientists)
içtiğim çayda
hiç şeker yok.
bir farkı da yok.

*

şöyle bir bakıyorum omzumun üstünden
ardım kaplanmış hep
kiraz çiçekleriyle.

*

bilmiyordum adını
hiçbir çiçeğin! -ve böylece
yok olup gitti bahçem.

*

vurmaya çalıştım sivrisineği
ama kaçırdım.
nedir buna sebep olan?

*

haiku okurken
mutsuz oluyorum,
meçhul olana özlem duyuyorum.

*

geçip gitti işte
bir yıl daha! -ve dünya
hiç değişmedi.

*

kiraz ağacı:
ilk aradığım şeydi,
şu eski bahçemdeki.

eski masam:
ilk aradığım şeydi,
şu soğuk evimdeki.

biricik günlüğüm:
ilk aradığım şeydi,
şu masamdaki.

annemin ruhu:
ilk bulduğum şeydi,
şu salondaki.

*

bıraktım artık traş olmayı
yine de aynada bakınca kendime
terk etmiyor beni bakışlarım.

*

boşlukta
kendi tarafıma yattım
soluğum benim burnumdur.

*

on beşinci katta
bir köpek kemiği kemiriyor,
taksilerin acı frenleri duyuluyor.

*

çatının üstünde yükseliyor ay
ve bahçede solucanlar  oynaşıyor
işte böyle bir evi kiraladım ben!

*

oturmuşum yarım bardak çayla
batıyor güneş dağların ardında
yapacak hiçbir şey yok.

tek bir kelime bile yok! tek bir!
sinekler benim adıma her şeyi diyor,
ve geri kalanı da rüzgar söylüyor.

konuyor bir sinek burnuma
ama ben buddha değilim ki
bunda bir aydınlanma göremem!

kızıl ağacın gövdesinde
sineğin gölgesi
konmuş çamın gölgesine.

bir saat geçiyor gün doğalı
bir kez bile olsun buddha gelmiyor aklıma!
dönüyorum çekildiğim inzivaya geri.

*

mum ışığı boyuyor tütsüyü maviye,
dizler ağrıyor, insan acıkıyor.
her an çalabilir çan -patates ve ekşi kaymak için.

mindere vuruyor gün ışığı
tabaklar ve çatallar şangıdrdıyor,
ben asla aydınlanamayacağım!

*

hiç kendini gördün mü
sadece nefes alan
bir kafatası olarak?

*

dağ rüzgarı bir nefes gibi esiyor,
sis birikmiş çamların üstünde.
bense yirmi gündür aynı minderde oturuyorum.

*

cama konan böceğin
şeffaf kanatlarına bakınca
karlı dağlar görünüyor.

*

"disiplin bu, tam da bu!"
sarı karanfiller açmış
çadır ışığı altında.

*

oysa her şey iyi başlamıştı
ama sonra süzüldü göz yaşlarım
felçli sağ yanağımdan.


*

ahmaklık nedir mi?
dolanıyor bir gece güvesi
çadır direği etrafında.

*

çamların ardında doğuyor güneş
ve bir güve kanat çırpıyor
geçmek için yığılı odunları.

*

sıska, kırmızı yüzlü, sivilceli oğlan
dikilmiş bir başına dakikalarca
dondurma kamyonuna bakıyor.

*

önce düşüyor soluk erguvanlar
ardından kuru yaprakları izliyor onları
ve odasında ölüyor babam -kanserden.

*

buddha öldü
ve geriye
koca bir boşluk bıraktı.

Kaynak
Bilim insanları, insanların yaşayan en yakın akrabalarından kabul edilen bonoboların eski grup arkadaşlarının seslerini uzun yıllar geçse de unutmadıklarını, hatırlayabildiklerini, yaptıkları bir deneyle ortaya koydular.

Fransa'dan Saint Andrews ve Saint-Etienne üniversitelerinden araştırmacıların kurmuş oldukları uluslararası bir araştırma ekibi bonobolar üzerinde yaptıkları deneyler sonucunda bonoborın sesleri hatırlayabildiklerini ortaya koydu. Bonobolara eskiden beraber oldukları arkadaşlarının sesleri dinletildi.  

Deneyde bonobolara tanıdık olmayan sesler dinletildiğinde düşük bir reaksiyon gösterdikleri ama tanıdık sesler dinletildiğinde heyecanlanarak sesin geldiği yöne koştukları gözlemlendi.

Araştırmacılar, primatların 5 yıl gibi uzun bir süre geçmesine rağmen sesleri fark edebilecek kapasitede olduklarını da söylediler. 

Saint Andrews üniversitesi Nörobilimler ve Psikoloji Bölümünden Sumir Keenan, "Bonobolardan oluşan bir topluluğu günlerce süren bir çalışma neticesinde düzenli olarak küçük gruplara ayırıyoruz, bonobolar birbirleriyle yüksek seslerle iletişimi devam ettiriyorlar. Dahası dişi bonobolar ait oldukları toplulukları terk ediyorlar, fakat gruplar arası toplantılarda eski takım arkadaşlarıyla etkileşimi devam ettirdikleri de oluyor. Bu da demektir ki; Etkin Sosyal Navigasyon geçmişteki ve yeni edinilmiş olan sosyal partnerleri fark etmekle alakalı bir durum." diyor.

"En yakın akrabalarımızdan olan bonoboların da aynı biz insanlar gibi sesleri, aradan geçen uzun yıllara rağmen hatırlayabildiklerini keşfetmek, aramızdaki ortak karakteristik özelliklerin sayısını arttırmakla beraber muhteşem bir keşif."

Avrupa'daki bir kaç hayvanat bahçesinde bulunmuş olan bonobolar deneyin neticesi açısından büyük bir öneme sahipti. Çünkü bu bonobolar bulundukları hayvanat bahçesindeki diğer maymun türleriyle de ilişki kurmuşlardı ve bu diğer maymun türlerinin sesleri de deneyde kullanıldı.  

Yeni gelen bonoboların karakteristik özellikleri, sesler dinletildiğinde sesleri taklit etmeleri. 

Bonobolar da bireyleri fark edebilme yetisinin çok önemli olduğu toplu halde yaşayan diğer pek çok primat türlerinde de görüldüğü gibi kompleks sosyal bağlar oluştururlar. Bu sosyal bağlar toplumdaki bireyleri sesleri ve  yüzleri vasıtasıyla ayırt edebilme ihtiyacından doğar. İnsan türü ise primat türleri arasında bu alanda en uzman olanı.

İnsanlar ile bonobo ve şempanzelerin son ortak ataları 6-8 milyon yıl önce yaşadılar ve bazı ortak davranışlar ile genleri paylaştılar.

Bonoboların doğal yaşam alanları Afrika'nın iç kesimlerinde yer alan pasifik ekvatoral ormanlarıdır. Bonobolar son derece girift bir sosyal çevrede, kalabalık gruplar halinde yaşarlar.

Çeviri: Payruk
Dipnot: Bu çeviri, Sayın Payruk'un blog için yaptığı ilk çeviridir. Umuyoruz ki bu faydalı çalışmalarının devamı gelecektir. Siz de bize çevirilerinizle katılabilirsiniz!
BİR DAVRANIŞ, ne kadar abartılı ise, o abartılı davranışın arkasında, bireyin kişilik oluşumundaki argümanlardan biri veya bir kaçı o kadar yara almış, gelişmemiş veya eksik kalmış demektir.

GÖSTERİŞ, kişinin yetişme şekline bağlı olarak, benlik algısındaki gediği dışa vurum ile telafi etmeye çalıştığı, çevreden kabul görme arzusu ve buna bağlı güç gösterisidir. Altında yatan temel mekanizma öz güven eksikliğidir.

Ortalama bir kişi için, kendisinin çevre tarafından kabulü adına yaptığı dışa vurum ve bunun getirdiği tatmin makul seviyede iken, gösteriş yapan bir kişi için dışa vurum, daha yukarıdadır, abartılıdır. Bu bir bakıma, ok ile vurması için hedefin uzaklığına bağlı olarak elindeki yayı daha fazla germesine benzer. Bu, kişinin öz güven düşüklüğünün seviyesine bağlı olarak uzaklaşan bir hedef gibidir. Öz güven ne kadar düşükse, hedef o kadar uzakta görülür ve okun ulaşabilmesi için yayı o kadar germesi gerekir. İşte gösterişin/abartının seviyesi de, kişiliğin olgunlaşmamış argümanına bağlı olarak öz güven gediğinin derecesi kadar artar.

ilginçtir ki, doğa, öz güven eksikliğini gidermek/dengelemek için ortaya koyduğu abartılı davranışın temel mekanizmasını bizlere bilerek miras bırakmıştır. Çünkü doğanın amacı, bireyin, bir şekilde hayatta kalması, varlığını sürdürmesi ve sonraki kuşaklara döl vermesidir. Diğer bir deyişle böyle bir abartı mekanizması bireyin varlığını korumak içindir. Eğer böyle bir mekanizma olmasaydı, kişi, yetersizliği çerçevesinde sosyal yapının bir ferdi olamayacak, toplulukta şu veya bu şekilde bir statü elde edemeyecek, depresyona girecek, soyutlanacak belki de yok olacaktı.

İşte bu anlamda doğa, bizleri öz güven ve diğer yetersizliklerimizle baş edebilmek için çeşitli telafi mekanizmalarıyla donatmış, bu telafi yollarına psikoloji literatüründe SAVUNMA MEKANİZMALARI adı verilmiştir. Savunma mekanizmaları, davranışlarımızla kendimizi yetersiz hissettiğimizde, yolda kaldığımızda doğanın bize armağan ettiği yedek lastiklerdir.

İnsanların kendilerini övme, ön plana çıkartma nedeni, kendilerinin, başkaları tarafından farkındalıklarını sağlama çabasıdır. Aksi halde, kendilerini değersiz hissederler. Keza, "Sonradan görme" ifadesi de, aynı telafi mekanizmasının ortaya çıkardığı bir davranış olup burada kısmen de olsa yerini bulmaktadır.

Bu arada, çerçeve yazıda ifade edildiği gibi bu mekanizmanın temelini, etkisi olmakla beraber, tamamen de kültürel yetersizliğe bağlamak doğru olmayacaktır. Kültür, çok geniş kapsamlı bir tanım olup, yine kültürün bir bileşeni olarak kişinin entelektüel bilgisi ortalamanın yukarısında olsa bile, şu veya bu şekilde savunma mekanizmalarını kullanmak durumunda kalabilir. Çünkü, geçmiş yazılarımızda da bahsettiğimiz gibi, entelektüel bilginin beyinde hitap ettiği yer, alın lobumuzken, bizleri olgunlaştırarak davranışlarımızı düzenleyen bilgiler, beynimizin ortasında bulunan duygusal beynimize diğer bir ifadeyle limbik sisteme hitap eder.

Görülüyor ki, böyle bir mekanizma ile doğa, içinde yaşadığı topluluğun bireyleri tarafından kabul görme arzusunu gerçekleştirmek için telafi mekanizmasını çalıştırarak ve bireyin öz güven açığını dolayısıyla "var olma" çabasını bir anlamda rasyonalize ederek, toplum tarafından kabul/onay görmeme endişesinin yarattığı gerilimi azaltan bir supap görevini üstlenmektedir.
Erol
Ne kendimi hatırlamak ne de tanımak istiyorum.
Çok kalabalık oluyoruz,
kim olduğumuzu bulmaya çalıştığımızda.
— Fernando Pessoa

Özgürlük çabalarının ilki, pişmanlığa karşı kesin bir zafer kazanmak olmalıdır.
— Marquis de Sade

Ve hayatımız, hayatı ne şekilde elimizden kaçırdığımıza göre kurulur.
— Randall Jarrell

Hiçbir şey, gecenin karanlığını yırtan bir kıvılcımın o karanlık içindeki yerini belirlemekten daha zor değildir.
— Louis Althusser

Büyük bir hadisenin ilk eseri şaşkınlık vermektir; o şaşkınlığı giderecek olan felsefedir.
— Denis Diderot

Kendimi bildim bileli içimde bir kuşku var ama sesini her zaman duyurmuyor, hatta kendini unutturacak boşluklar bile bırakıyor.
— Franz Kafka

Yaşamın trajedisi, insan yaşarken içinde ölen şeylerdir.
— Albert Schweitzer

Münakaşayı ve muhasebeyi severim, fakat az insanla ve kendi zevkim için severim.
— Michel de Montaigne

Evren, düşlediğimizden değil, düşleyebileceğimizden de tuhaftır.
— J.B.S. Haldane

Evren tedirgin edici büyüklükte bir yerdir ve pek çok kişi sakin bir hayat uğruna bu gerçeği görmezden gelmeye meyillidir.
— Douglas Adams