Gerek Türkiye için gerekse Dünya için zorlu ve üzücü olayların yaşandığı bir yılı geride bırakıyoruz. Elbette ki 1 Ocak 2017 itibariyle her şeyin birdenbire değişmeyeceğinin farkındayız, hatta iyi dileklerin de bir değişim için yeterli olmayacağını biliyoruz. Yine de tıpkı her gün uyandığımızda sanki yeni bir şeye başlıyormuşuz yanılsaması gibi, bir yılı devirip yeni bir yıla geçtiğimizde sanki yeni bir şeye başlıyormuşuz hissine de engel olamıyoruz.

Bilindiği gibi son yıllarda Türkiye'nin muhafazakarlaşmasına paralel olarak, "Müslüman Noel kutlamaz!" gibi söylemler sesini daha çok duyurmaya başlıyor. Hiç kuşkusuz, Ramazan döneminde kafe ve barlara saldıran, kadının hamile iken sokakta dolaşmasını istemeyen, çocuk istismarının belli bir vakıfta işlendiği takdirde bunun üzerinin örtülmesini uygun bulan bir zihniyetin devamı olan bu söylem, ilerleyen yıllarda bir söylem olmaktan çıkıp yılbaşında kutlama yapanlara yönelik ciddi bir kin ve nefret saldırısına dönüşme ihtimalini de içinde taşımaktadır.

Ne yazık ki Türkiye'nin içinde bulunduğu sürecin olumlu yönde ilerlemediği ayyuka çıkmış bir haldedir. Aynı şekilde Dünya siyaseti de yükselen sağ/muhafazakar dalganın etkisinde gibi görünüyor. Öte yandan bölgesel ve küresel birçok kriz her an patlama aşamasında beklemekte. Diğer bir deyişle, Türkiye'nin Dünya'nın en karanlık ülkesi olmadığını bilmekle birlikte, genel gidişatın parlak olmadığını söylememiz hatalı olmayacaktır.

Tüm bu değişkenlere rağmen, 2017'de sihirli bir değneğin ortaya çıkmayacağını varsayarak, birey ve insan olarak bizlerin bir fark yaratması gerektiği inancındayız. Sadece "iyi bir yıl diliyorum" demek, tıpkı dinlerdeki "dua"dan öteye geçmeyen bir retorikten fazlası olmamış olur. 2017'nin iyi bir yıl olması için bizler de ferdî olarak çalışmalı, üretmeli, önce kendimizi sonra toplumu ileriye götürecek işleri yapmalı, haksızlığa ve yanlışlığa karşı en azından fikrimizi ifade etmeliyiz. Bir diğer deyişle, 2017'nin iyi bir yıl olmasını istiyorsak, en başta kendimiz harekete geçmeliyiz.

Bizler bu blogun yazarları olarak 8 yıldır aralıksız olarak elimizden geleni yapıyor ve bildiğimiz/öğrendiğimiz şeyleri bir kaynak olması açısından sizlerle paylaşıyoruz. 2017'de de bunu sürdürmeyi, hatta mümkünse daha yoğun olarak sürdürmeyi umuyoruz. İnsanlığa çok küçük görünen katkıların bile önemli olduğu inancıyla hareket ettik ve edeceğiz.

Bu bağlamda herkese iyi bir yıl diliyoruz ve hiç kuşkusuz yapılabilecek yüzlerce 2016 listesi olduğunu bilmemize rağmen, sadece 2016'nın blogda en çok okunan yazılarını aşağıya ekliyoruz.

Mutlu yıllar!

Merak ve huzursuzluk, bağlantılı duygulardır. Gerek huzursuzluğu meydana getiren mekanizma gerekse merak mekanizması doğuştan gelir.

Her ne kadar her an kendisini hissettirmiyor gibi görünse de, merak, an be an beynimizde çalışan ve tetikte bekleyen bir mekanizmadır. Merak, hayvanlar da dahil olmak üzere insanların çevreye uyumunu sağlayan ve hatta tehlikelerden koruyan bir uyarı mekanizmasıdır. Söz gelimi, bir arazide yürürken sallanan bir çalının arkasından ne çıkabileceği konusunda bizi uyararak (meraklandırarak) tehlikeyi bertaraf etmeye çalışan veya sofrada yemek yerken tuzun nerede olduğunu aratmaya iten saik (motivasyon) merak mekanizmasıdır. Eğer merak dediğimiz mekanizma olmasaydı, çevreye uyum sağlayamadığımız gibi, soru dediğimiz kavramdan dahi haberimiz olmazdı. Bunun anlamı, "nasılsın?" demek dahi merak mekanizmasının nedenidir.

Merak mekanizmasında beyinde yaratılan "belirsizliği" giderme çabası vardır. Belirsizlik bize huzursuzluk verir. Dolayısıyla merak ve huzursuzluk birlikte çalışarak beyinde  kısa süreli dahi olsa yaratılan belirsizliği gidermeye çalışır.

Huzursuzluğun giderilmesi demek, "tatmin olmamış duygu"nun tatmin olması, bu duygunun sönümlenmesi demektir. Bu bilgiyi merak için yinelersek, meraka neden olan eksik bilginin giderilmesi ve belirsizliğin yarattığı huzursuzluğun ortadan kaldırılmasına yönelik bilinçaltı bir eylemdir. Buradan da anlıyoruz ki beynimiz, tamamlanmamış işlevlerden rahatsızlık duyar ve ayrıca sorumluluk dediğimiz duyguyu da tetikler.

Merak, huzursuzluk, belirsizlik ve sorumluluk mekanizmalarının bizi nasıl etkilediğini daha evvel Zeigarnik Etkisi dediğimiz yazımız ile detaylı olarak paylaşmıştık.

Nihayetinde, fotoğraftaki yazıyı değerlendirdiğimizde (büyük) öğretmen, bilerek, öğrenciye belli düzeyde bilgiyi vererek eksik bilginin yarattığı belirsizlik ile merak mekanizmasını ve hafif huzursuzluk (kaygı) yaratır. Bu huzursuzluk, sorumluluk duygusunu harekete geçirir. Sonuç olarak bu döngü, eksik bilginin tamamlanması ile sönümlenir ve merak duygusu ile beraber huzursuzluk giderilmiş olur.

Belirsizliğin yarattığı huzursuzluk, kaygı mekanizması gözlerimizin hizasında beynimizin tabanında, her iki yarım kürede bulunan amigdalanın görevidir. Buna karşılık, amigdalanın ortaya çıkardığı huzursuzluğun yarattığı sorumluluğu da beynimizin önündeki bir bölüm orbital prefrontal korteks denilen kısım üstlenir ve gidermeye çalışır. Görülüyor ki, beynin tek bir yeri değil, birbirleri ile bağlantılı sistemleri bu sonuca götürmektedir.

Peki, fotoğraftaki yazıya göre birinci (iyi) öğretmen  doyurucu bilginin tamamını vererek merakı giderebileceği halde ikinci (büyük) öğretmen, öğrencileri neden huzursuzluğa sevketmeyi tercih etmektedir? Aslında ikinci öğretmen doğru bir yöntem izlemektedir. Yine Zeigarnik Etkisi başlıklı yazımızdan da hatırlayacağımız üzere, doyurucu bilgi daha az kalıcıyken, kişinin biraz meraklandırıp ve kaygı yaratarak sorumluluğun da yarattığı mekanizma ile elde edilen bilgi daha kalıcıdır. Çünkü, huzursuzluk yaratıldığı durumda beyin, bu işin içinden çıkabilmek için çabaya girer bu da kalıcı öğrenmeye (deneyim/tecrübe) neden olur. Ayrıca, tartışma ortamı yaratarak, başkalarının fikir ve düşünceleri sayesinde kendi fikirlerini sorgulama ve dolayısıyla, gerekli olan eksik bilginin çevredekiler vasıtasıyla tamamlanma imkanı yaratılmış olur. Bu da öğrenmedeki kalıcılığı sağlar.

İşte bu nedenle, geçmiş dönemde öğrenim hayatımızda çözdüğümüz problemlerden çok çözemediklerimiz veya zor çözdüklerimiz aklımızda kalmıştır. Yine ilginçtir ki, yarım kalmış aşkların zihnimizde kalıcı izler bırakması aynı mekanizmanın işidir. Anlaşılıyor ki, kolay bilgi, beyinde kalıcı iz (öğrenme) bırakmaz.

Artık biliyoruz ki fotoğraftaki yazı gereği, ikinci (büyük) öğretmen doğru bir yöntemi uygulamaktadır.

Peki buna rağmen herkes matematiğe neden ilgi duymaz diye düşünürsek bunun nedeni beynimizin doğuştan gelen yapısı ve bu yapının küçüklükten itibaren yetişme ve yetiştirilme ve bu yeteneğin bilerek veya bilmeyerek ortaya çıkartılmasına bağlıdır. Dolayısıyla üniversite sınavlarına girişte sayısal ve sosyal diye ayrımın yapılması, beynimizin ilgi alanına göre yapılanmasının bir sonucudur. Çünkü burada beynimizin sağ (sanatsal, sosyal) veya sol (analitik) yarısının baskınlığı bizi bu anlamdaki düşünce ve algı sistemine yöneltmektedir.

Erol
Müzik, eşsiz bir teselli sanatı olarak öteki bütün sanatlara göre çok daha fazla yara açar içimizde.

***

Daha yakınımızda olduğunda büyük bir kuşkuyla ve açık bir küçümsemeyle bakarız mükemmelliğe.

***

Her acının sınırı daha büyük bir acıdır.

***

İnsanların ölümle barışık olmalarının tek nedeni ölümün verdiği korkudan, kurtulmaktır ama bu korku olmadığında ölümün de hiçbir önemi yoktur artık. Çünkü ölüm kendisindedir ve kendisi aracılığıyla vardır. Ölümle uzlaşmaktan doğan bilgelik, ölüm karşısında olası en yüzeysel tavırdır. Montaigne’e de bulaşmıştır bu tavır, aksi takdirde kaçınılmaz olanı kabul etmekle övünmesini anlamak mümkün değildir.

***

Bir an gelir, insan her şeyi Tanrı’ya bağlar. Ama yine bir an gelir, insan onun artık var olmadığı düşüncesinden korkmaya başlar.

***

Kimileri hâlâ yaşamın bir anlamı olup olmadığını soruyor. Bu aslında yaşamın katlanılabilir olup olmadığını sormaktır. Burada problemler bitiyor ve çözümler başlıyor.

***

Varlığımız çok eski bir anının yıkıntısından başka bir şey değildir.

***

Bir filozof vasatlıktan ancak kuşkucu ya da mistik olmakla kurtulur. Bunlar bilgi karşısında umutsuzluğun iki biçimidir. Mistiklik, bilginin dışına kaçış; kuşkuculuksa umutsuz bir bilgidir. Dünyanın bir çözüm olmadığım söylemenin iki biçimi.

***

Tann yalnızlıktan korktuğu için yaratmıştır dünyayı. Yaratılışın tek açıklaması budur. Yaratıklar olarak varlık nedenimiz Yaratıcı’yı eğlendirmekten başka bir şey değildir. Zavallı soytarılar olarak bu dünyada alkışlarını hiç kimsenin duymadığı bir seyirciyi eğlendirmek için dramlar yaşadığımızı unutuyoruz. Ve Tann azizleri yarattıysa eğer -diyalog gerekçeleri olarak- nedeni yalnızlığını hafifletmektir.

***

Gözyaşı söz konusu olduğunda gerçekten hiç ağlamamış ama bu işi öğrenmiş kimseler vardır.

***

Tanrı fikri en pratik ve en tehlikeli fikirdir. İnsanlık bu fikirle kurtulur ya da kaybolur.

***

Her anı, bir hastalık belirtisidir. (...) Bellek içgüdünün inkârıdır ve aşırı gelişmiş bir bellek tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktır.

***

Din genel bir anlamsızlık üstünde dolaşan bir gülümsemedir.

***

Yaşam tümüyle Tanrı’nın yokluğunun fazladan bir kanıtı.

***

Bir kadın bizi Tanrı’dan kurtarabilir, aynı şekilde Tanrı da bizi bütün kadınlardan kurtarabilir.

***

Her Tanrı versiyonu otobiyografiktir. Bizden gelmekle kalmaz, aynı zamanda bizim kendi yorumumuzdur. Burada bize ruhun yaşamını bir ben ve Tann gibi gösteren ikili bir içebakış söz konusudur. Biz onda yansıyoruz ve o da bizde yansıyor.

(...)

Kendimi ancak onunla ilgili düşüncem aracılığıyla anlayabiliyorum. Kendini tanımak ancak bu şekilde bir anlam kazanabilir ve bir amaca doğru yönelebilir. Tanrı’yı düşünmeyen, kendisine yabancı kalır. Çünkü kendini tanımanın tek yolu Tanrı’dan geçer ve dünya tarihi onun aldığı biçimlerin tanımlanmasından başka bir şey değildir.

***

Yalnız bir insanın yapması gereken şey daha fazla yalnızlaşmaktır.

***

Ölümle aranıza hiçbir şey girmediğinde aynaya baktığınız olmuş mudur hiç? Gözlerinizi sorguladınız mı? O zaman ölemeyeceğinizi anladınız mı? Korkunun yenilmesiyle büyüyen göz bebekleri piramitlerden daha kayıtsızdır. O zaman bu göz kapaklarının hareketsizliğinde bir kesinlik görülür; taşı andıran gizemi içinde tuhaf ve canlandırıcı bir kesinlik: Ölemezsin. Gözlerin sessizliğidir bu, kendisiyle göz göze gelen bakışımızdır, ölüm korkusu karşısında Mısırlının düşsel sükûneti. Bu korkuya kapıldığınızda aynaya bakın, gözlerinizi sorgulayın ve o zaman niçin ölemeyeceğinizi, niçin hiçbir zaman ölmediğinizi anlarsınız. Gözleriniz her şeyi bilir. Çünkü hiçlikle dolu gözlerimiz başımıza artık hiçbir şeyin gelmeyeceğini söyler ve rahatlatır bizi.

***

Kıyamet! Eee? Tanrı bizi ikinci kez öldürmek istiyor olabilir mi?

***

Her şey boş. Son bile... Sona gelindiğinde her tür önemli soru utanç verir.

***

Beni hayattan ve her şeyden ayıran Tanrı’nın ikinci sınıf bir sorun olabileceği konusunda içimde yer etmiş bir kuşkudur.

***

Biz ancak Yaratıcı’yı küçümsediğimiz ölçüde gerçekten kendimiz olabiliriz.

***

Sokaklarda dolaşırken, dünya öyle ya da böyle var gibidir. Ama camdan bir bakın: Her şey gerçek dışı olur. Nasıl oluyor da bir camın saydamlığı bizi hayattan bu kadar ayırabiliyor? Aslında bir pencere, bizi dünyadan, bir hapishanenin duvarına göre daha fazla ayırır. Hayata baka baka, sonunda unutursunuz onu.

***

Kötümser yazarları okudukça hayatı daha fazla seviyorum.

***

Boyun eğmeyen bir ruh tek bir düşman tanır: Tanrı. Yenilmesi gereken odur, fethedilmesi gereken son kale odur.

***

Beni sadece davetsiz bir misafir gibi kabul eden dünyayı affedebilecek miyim?

Emil Michel Cioran,
Gözyaşları ve Azizler,
Jaguar Kitap
Tarihin çok daha derinlerde yatan ve çok daha özgün nitelikteki itici gücünden, başka deyişle insanların daha yüksek bir hayvan türü olan kitle ile birleşmek ve bu kitle içerisinde kendilerini, sanki tek bir insan bile hiç yaşamamışçasına yitirmek içgüdülerinden haberleri yoktu. Çünkü okumuş kişilerdi; okumuşluk ise, bireyin kendi içindeki kitleye karşı kullandığı bir güvenlik kuşağıydı.

Adına yaşama kavgası denen kavgayı, karnımızı doyurmak ve sevebilmek uğruna olduğu kadar, içimizdeki kitleyi öldürmek uğruna da veririz. Kimi koşullar altında bu kitle, bireyi bencillikten tümüyle uzak, dahası kendi yararlarına aykırı davranışlara dek götürebilir. “İnsanlık”, bir kavram olarak bulunmazdan ve sulandırılmazdan çok önce, kitle olarak vardı. Bu kitle vahşi, coşkun, kocaman ve sımsıcak bir hayvan gibi hepimizin içinde, anasal etkilerin uzanabildiğinden çok, çok daha derinlerde bir anafor gibi kaynar. Kitle, yaşına karşın, dünyanın en genç hayvanı, en öz yaratığı, ereği ve geleceğidir. Onun üzerine hiçbir bilgimiz yok; hâlâ birer birey olduğumuz varsayımıyla yaşamaklayız. Kimi zaman kitle, gök gürültülerinden örülü bir fırtına, içinde her damlanın yaşadığı ve aynı şeyi istediği coşkun bir okyanus gibi saldırır üzerimize. Bu saldırının hemen ardından parçalanıp gitme alışkanlığını henüz koruduğu için, fırtına geçince yine biz olarak, zavallı ve bırakılmış şeytancıklar olarak kalırız. Bir zamanlar bu denli çok, bu denli büyük ve bu denli bütün olduğumuzu anılanınıza sığdıramayız bir türlü. İş bu noktaya vardığında, aklın boyunduruğunda yaşayanlar, sorunu “hastalık” sözcüğüyle açıklarlar; alçakgönüllülüğün bayraktarlığını yapmak isteyen ise, yanılgısının gerçeğe ne denli yaklaştığının bilincine varmaksızın, havayı “insanın içindeki hayvan” diyerek yumuşatır. Kitle ise bu arada yeni bir saldırı için hazırlanır. Bir gün gelecek, kitle artık parçalanmaz olacak; belki önce bir ülkede başlayacak bu gelişme, sonra orayı çıkış noktası yapıp çevresinde ne varsa yutarak ilerleyecek; ta ki artık Ben, Sen, O kavramları değil, ama yalnızca kitle var olacağından, kitlenin varlığına ilişkin tüm kuşkular ortadan kalkana dek.

Elias Canetti,
Körleşme,
[Sel Yayıncılık, Sf. 500-501]
Geçtiğimiz aylarda "Dünya'da Dindarlık Azalıyor, Sekülerlik Artıyor" adlı inceleme yazısında geçmiş yıllara oranla ülkelerdeki dindarlık/sekülerlik oranını kıyaslamış, buradan yola çıkarak Dünya'da dinin etkisinin eskisine kıyasla azaldığı tespitini yapmıştık.

Peki biraz daha özele inersek, şu an Dünya'daki en az dindar olan veya bir başka ifadeyle, Dünya'nın en inançsız şehri hangisidir diye sorarsak, bunun cevabı ne olur sizce?

WIN/GIA araştırma şirketinin 2015 yılında yaptığı anketteki verilere göre, Çin, Dünya'nın en inançsız ülkesi konumunda. Çinlilerin %61'i kendisini "kesinlikle ateist" olarak tanımlıyor. Bu oran oldukça fazla, çünkü Çin'den sonra ateist sayısının en yüksek olduğu ülke olan Hong Kong'da kendisini "kesinlikle ateist" diye tanımlayanların oranı %34. Bir diğer deyişle, Çin, ateist oranı açısından en yakın rakibini ikiye katlamış durumda.

Araştırmaya göre, Japonya %31, Çek Cumhuriyeti %30 ve İspanya ise %20 ile bu ülkeleri izliyor. Yine aynı verilere göre, Tayland %94'lük dindar oranıyla Dünya'nın en dindar ülkesi konumunda. Bunu %93 ile ErmenistanBangladeş, Gürcistan ve Fas izliyor.

Ülkelerin durumu böyleyken, şehirlerde durum nedir acaba?

Öncelikle, nüfusu yoğun olan, ama dindar/muhafazakar oluşuyla bilinen Amerika'dan iki araştırmaya değinelim. Bu araştırma sonuçlarında ortaya çıkan inançsız şehirler, tam da beklendiği gibi, Dünya'nın "en inançsız şehri" olmaları için yeterli değil, ancak yine de incelemeye değer.

Amerikan İncil Topluluğu2016'da yaptığı bir araştırmayla ülkede şehirlerin ne kadar İncil okuduğunu ortaya koydu. Buna göre, New York'a bağlı Albany/Schenectady/Troy "en az İncil okuyan" yer olarak gösterildi. Buna göre, buradaki insanların sadece %10'u araştırma haftasında İncil okumuş ve hayatını buna göre düzenlemiş. Boston da %11'lik oranla bu yeri takip ediyor. Elbette bu veri, doğrudan "ateist oranını" işaret etmiyor. Diğer bir deyişle, misal Boston'da İncil okuyan %11'lik kesim varsa %89'luk ateist oranı vardır diyemesek de, dinin etkisinin diğer yerlere kıyasla daha az olduğu söylenebilir. Nitekim, aynı araştırmaya göre, Tennessee'ye bağlı Chattanooga'da İncil okuyan ve hayatını ona göre düzenleyenlerin oranı %52.

Toplumsal Dini Araştırma Derneği'nin 2016'da Amerika'da yaptığı bir araştırmaya göreyse, PortlandSeattle ve San Francisco Amerika'nın en az dindar şehirleri. Buradaki insanların %37'si gündelik hayatlarını dine göre düzenlemediklerini ifade etmişler. Aynı ankette Boston'ın 8. sırada yer aldığını da ifade etmekte fayda var.

Şimdi gelelim eldeki verilere göre gerçekten hatrı sayılır oranda inançsız olan "en inançsız şehir"lere.

2011 yılında yapılan nüfus sayımında Norwich'te "Bir dinim yok." seçeneğini işaretleyenlerin oranı %42,5 idi. Yaklaşık 130.000 nüfuslu şehirde, yine yaklaşık olarak 55.000 kişinin dinsiz olması başarılı bir oran gibi görünebilir. Aslında, öyle de! Ama bundan daha yüksek inançsız oranına sahip olan şehirler var.

Avrupa'nın "Ateist Başkenti" olarak anılan Berlin'de, kendilerini bir dine bağlı hissetmediğini söyleyenlerin oranı %60 olarak görünüyor. Yaklaşık 3,5 milyonluk nüfusa sahip olan Berlin'de, yaklaşık 2 milyon ateist olduğu söylenebilir o halde. Fena bir oran sayılmaz, ancak bu oran, Berlin'i zirveye taşımaya yetmiyor.

İşte karşınızda, Dünya'nın en inançsız şehri: Şangay!

Aslında yazının başında ifade edildiği gibi, Çin, Dünya'nın en az dindar oranına sahip olduğu için doğal olarak Dünya'nın en inançsız şehrinin de oradan çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. Şangay, %87'lik oranla Dünya'nın en inançsız şehri. Şehir nüfusunun yaklaşık 24 milyon olduğu göz önüne alındığında, şehirdeki ateist sayısının 21 milyon olduğu rahatlıkla görülecektir.

Şangay, hem oran olarak hem de sayı olarak sahiden de Dünya'nın en inançsız şehri olmanın hakkını veriyor gibi görünüyor.

Hayyam
Agnostik, Tanrı'nın varlığının eldeki bilgiler temelinde kanıtlanamayacağını düşünür ama aynı zamanda Tanrı'nın var olma olasılığını da reddetmez. Agnostikler, Tanrı'nın varlığı davasını kapanmış kabul eden ateistlerden bir adım geridedir. Bir agnostik ile bir ateist, "Ben, benim," diyen yanan bir çalıyla karşılaşırlarsa, agnostik gizli kayıt cihazına uzanacak, ateistse omuz silkip şekerlemelerini atıştıracaktır.
İki İrlandalı barda içerken birden masalardan birinde kafa çeken kel ve şişman bir adam dikkatlerini çeker.
Pat: "Şşş... Winston Churchill değil mi lan bu?"
Sean: "Yok yahu. Mümkün değil.Winston böyle bir yere gelip kafa çekmez."
Pat: "Oğlum, ciddiyim ben. Bak, dikkatli bak... Vallaha Churchill bu! Var mısın bahse?
Sean: "Tamam be! Nesine?"
Pat: "On papel."
Sean: "Varım."
Bunun üzerine Pat kalkmış, kel adamın yanına gitmiş: "Sen Churchill'sin, değil mi?"
Adam terslenmiş: "Git başımdan kardeşim!"
Pat arkadaşının yanına dönmüş, "Maalesef," demiş, "asla bilemeyeceğiz."
İşte buna agnostik düşünmek denir.

Ateistler ise başka meseledir. Filozoflar inançlılarla ateistlerin tartışmasının hiçbir yere varmayacağında çok önceleri fikir birliğine varmışlardır. Çünkü her iki taraf da her şeyi farklı yorumlamaktadır. Bir tartışmada, taraflardan birinin, "Aha! Eğer X doğrudur diyorsan Y'nin de doğruluğunu kabul etmelisin," diyebilmesi için ortak zemin gereklidir. Ancak ateistlerle inananlar üzerinde anlaşabilecekleri bir X'i asla bulamazlar. Tartışma asla başlayamaz çünkü her iki taraf da her şeyi kendi bakış açısından görür. Böyle anlatınca biraz soyut kaçabiliyor ama şu fıkra meselenin ayaklarını yere bastırıyor, hatta yanı başınıza getiriyor:
Ufak tefek, yaşlı bir Hıristiyan kadın, her sabah sundurmasına çıkar, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırırmış.
Ve yine her sabah komşusu derhal pencereye çıkar ve "Tanrı yoktur!" diye haykırırmış.
Her gün aynı şey tekrarlanıyormuş.Yaşlı kadın, "Şükürler olsun!" diye bağırdıkça komşusu çıkıyor, "Tanrı diye bir şey yok!" diye yanıtlıyormuş.
Gel zaman, git zaman, yaşlı kadın dara düşmüş.Yiyecek bile alamaz hale gelmiş. Bu sefer sundurmaya çıkıp Tanrı'dan yiyecek yardımı dilemeye başlamış. Gene her duasının ardından, "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmayı ihmal etmiyormuş.
Derken bir sabah sundurmaya çıktığında bir de ne görsün? Merdivenlerde torbalar dolusu yiyecek! Hemen göğe bakmış ve "Sana şükürler olsun ya Rabbi!" diye bağırmış.
Aynı anda komşusu bahçenin duvarından kafasını uzatıvermiş: "Aha!" demiş, "yiyecekleri sana ben aldım.Tanrı yok işte!"
Yaşlı kadın komşusuna bakmış ve gülümsemiş. Ardından gene göğe seslenmiş: "Sana şükürler olsun ya Rabbi! Sırf dualarımı kabul edip yiyecek göndermekle kalmadın, bir de parasını şeytana ödettin!"
Sam Harris, 2005 tarihli çoksatar kitabı İmanın Sonu'nda dinsel imana ilişkin gözlemlerini bir stand-up gösterisinde kullanılabilecek biçimde sunmuştu:

"İnançlı bir Hıristiyan'a karısının onu aldattığını, ya da yoğurt yerse görünmez olacağını söyleseniz o da herkes gibi bunların doğru olup olmadığını anlamak için deliller arayacak ve bunlara herkes ne kadar inanırsa o ölçüde inanacaktır. Ama aynı adama başucunda tuttuğu kitabın, içinde yazan her türlü inanılmaz iddiayı kayıtsız şartsız kabul etmediği takdirde onu cehennem ateşinde yakacak görünmez bir tanrısal varlık tarafından yazıldığı söylenmiştir ve bu kişi göründüğü kadarıyla bunu doğrulayacak hiçbir kanıt aramamaktadır." Ama Harris, ateistliğin kötü yanını yazmayı atlamıştı: Ateistlerin orgazma ulaşırken adını haykıracak kimseleri yoktur.

On yedinci yüzyıl Fransız matematikçi ve filozofu Blaise Pascal Tanrı'ya inanmaya veya inanmamaya karar vermenin, temelde bahse tutuşmak olduğunu öne sürmüştü. Tanrı'nın varlığına inanmayı seçmemiz ve her şey bittiğinde Tanrı'nın olmadığının ortaya çıkması büyük bir sorun değildir. Eh, tabii Yedi Ölümcül Günah'ı şöyle doyasıya yaşayamadan gitmiş oluruz ama bu, diğer seçenekle karşılaştırıldığında önemsizdir. Öte yandan Tanrı yoktur der ve sonunda kendisiyle karşılaşırsak hapı yuttuk, yani ebedi saadeti kaçırdık demektir. Bu nedenle, der Pascal, Tanrı varmış gibi yaşamak stratejilerin en iyisidir. Bu tavır, akademik çevrelerde "Pascal'ın Bahsi" adıyla bilinir. Biz sıradan insanlarsa buna kısaca "neme lazım" deriz.
Pascal'dan ilham alan yaşlıca bir kadın, içinde 100.000 dolar bulunan bir çantayla bankaya girer ve bir hesap açtırmak istediğini söyler. Temkinli banka müdürü kadına parayı nereden bulduğunu sorar. "Bahisten," der kadın, "bahiste çok iyiyimdir."
Şaşıran müdür, "Ne tür bahisler?" diye sorar.
"Her tür," der kadın. "Mesela hemen burada, yarın öğlen on ikide sağ kalçanızın alt tarafında bir kelebek dövmesi bulunacağına 25.000 dolarına bahse girebilirim."
"Girerdim bu bahse," der müdür. "Ama bu kadar saçma bir bahisle paranızı almak istemem."
"Eh," der kadın, "bahse girmezseniz ben de gider paramı başka bankaya yatırırım."
"Yok, yok, acele etmeyin, canım," der müdür. "Tamam, bahse varım."
Kadın ertesi gün öğlen vaktinde, yanında tanıklık için avukatıyla gelir. Banka müdürü arkasını döner, pantolonunu indirir ve bakmalarını söyler. "Tamam," der kadın, "yalnız kesin görebilmemiz için biraz daha öne eğilir misiniz, lütfen?" Müdür iyice eğilir, kadın onaylar ve çantasını açıp 25.000 doları saymaya koyulur.
Bu arada avukat müdürün masasının karşısındaki koltuğa çökmüş, başı ellerinin arasında kara kara düşünmeye dalmıştır.
"Bunun nesi var?" diye sorar müdür.
"Kaybettiği için üzgün," der yaşlı kadın. "Buraya gelirken sizin bize saat on ikide kıçınızı açıp göstereceğinize dair 100.000 dolarına iddiaya girmiştik."
Bahiste riski düşürmekle dalavere çevirmek arasında çok ince bir çizgi vardır. Aşağıdaki yeni Paskalcı stratejiye bir göz atalım:
Adamın birisi, omzunda papağanıyla Pazar ayinine katılmış. Cemaatten birçok kişiyle papağanının ayini vaizden daha iyi sunacağına bahse girmiş. Ayin başladığında papağanın gıkı çıkmamış. Ayinden sonra eve dönerlerken adam kaybettiği paralar yüzünden başlamış papağana verip veriştirmeye. Papağan beklemiş ve adam sustuğunda, "Akılsız," demiş, "kafanı kullansana! Noel ayininde paranın hasını götürebileceğiz şimdi!"
Papağan belki de önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Belki Pascal'ın kumarında, kutsal günlerde golf oynayacak şekilde biraz dalavere çevirip Tanrı'yı memnun edebiliriz! Varsa yani... Hiç değilse çabaladığımızı bilecektir.

Deizm ve Tarihsel Din

On sekizinci yüzyıl filozofları, eğer kuşkucu değilseler genellikle Deistti; yani uzak ve gayrı şahsi olan "filozofların Tanrısı"na, kişiden çok bir güce benzeyen, sırların itiraf edildiği bir sırdaştan çok bir saat ustası gibi olan bir Yaradan'a inanırlardı. Ortodoks Yahudiler ve Hıristiyanlar buna karşıydı. Bizim Tanrı'mız, diyorlardı, sadece bir saat ustasından ibaret değildir. O, tarihin efendisidir; Mısır'dan Çıkış'ta (Exodus), çölde yürüyüşte ve Vaat Edilmiş Topraklar'a yerleşildiğinde yanımızdaydı. Bir başka deyişle, "dertte ve tasada hep yanımızdaydı."
Yahudi bir kadın, kumsalda oynayan torununu izlerken dev bir dalga gelir ve çocuğu kaptığı gibi götürür. Kadıncağız, "Lütfen Tanrı'm," der, "tek torunum o benim. Kurtar onu, yalvarırım."
Derken kocaman bir dalga daha gelir ve çocuğu sağ salim kıyıya bırakır.
Kadın torununa bakar ve göğe seslenir: "Şapkası da vardı ama!"
Saatçiye söyleyin bakalım bunu!

Teolojik Ayrımlar

Din filozofları Büyük Sorularla uğraşırken (Mesela, "Tanrı var mı?") teologlar daha ufak meselelerle meşguldür.

Yirminci yüzyıl filozofu ve teologu Paul Tillich din felsefesiyle teoloji arasında varsayılandan daha fazla fark olduğunu düşünüyordu. Ona göre filozof, Tanrı ve Tanrı'yla ilgili şeyler hakkındaki gerçeği mümkün mertebe nesnel açıdan ararken, teolog zaten "inancın elindedir" ve kendisini bu inanca adamıştır. Başka bir deyişle din filozofu, Tanrı ve dine dışarıdan, teologsa içeriden bakar.

Teolojide, "Ruh, Baba'dan mı yoksa Baba ve Oğul'dan mı çıkar?" türü feci ağır meseleler üzerine hizipler açılmıştır. Ruhban sınıfı dışındaki kişilerin teolojik farklılıkları anlamak için ayrıntılı bir kılavuza ihtiyaç duyduğu açıktır. Tanrı'ya şükür, komedyenler her daim yardıma hazırdır. Anlaşıldığına göre, bir kişinin dini inancını belirlemede anahtar kimi tanıyıp tanımadığıdır:
Yahudiler, İsa'yı tanımaz.
Protestanlar, Papa'yı tanımaz.
Baptistler içki dükkânında birbirlerini tanımaz.
Son satır gayet faydalı bir öğüt içerir: balık tutmaya gidecekseniz bir Baptisti davet etmeyin çünkü biranızın tümünü içecektir. Ama iki Baptist davet ederseniz, biranız size kalır.

Mezhepler arasındaki ayrımı kavramanın bir diğer yoluysa kimin hangi tavrı ilahi gazap nedeni olarak gördüğüdür: Katolikler için bu, Pazar ayinini kaçırmaktır. Baptistler için dans etmek, Episkopaller içinse salatayı tatlı çatalıyla yemektir...

Ama işin ciddi tarafını atlamayalım. Mezhepler arasında çok önemli öğreti farkları vardır. Örneğin "Lekesiz Gebelik" yani Hz. Meryem'in, Tanrı'nın oğlunu doğurabilmek için ilk günahtan ari doğduğu doktrinine sadece Katolikler inanır.
İsa sokakta yürürken kalabalık bir grubun bir fahişeyi taşladığını görür. Hemen araya girer ve "Aranızda günahsız kim varsa ilk taşı o atsın!" der. Aynı anda bir taş vızıldayarak yanından geçer. Hz. İsa kalabalığa döner: "Anne?"
Mezheplerle ilgili herkesin gözdesi olan şakalarsa elbette Katoliklerin karşı reform esprileridir. Mesela şu fıkra, neredeyse herkes tarafından bilinir:
Maddi sıkıntıda iyice dibe vuran adam Tanrı'ya piyangoda kazanmak için her gün dua etmektedir. Aradan günler, haftalar, aylar geçer fakat hiçbir şey kazanamaz. En sonunda tepesi atar, "Bize 'kapıyı çalın, açılacaktır'; 'Arayınız, bulacaksınız,' diyen sen değil misin? Dua üstüne dua ediyorum şurada ama hâlâ kazanamadım piyangoyu!" diye haykırır.
Aynı anda gökten gür bir ses duyulur: "İşin hepsini bana bırakma evlâdım. Bilet al!"
Bu adam mutlaka, tıpkı sadece Tanrı'nın lütfüyle kurtulabileceğimizi, kurtuluşa erişmek için kendi başımıza hiçbir şey yapamayacağımızı düşünen Martin Luther gibi bir Protestan'dır. Yukarıdaki fıkrada Tanrı, Protestan reformuna karşı Katolik reformu gündeme taşımaktadır. Esasen bu fıkranın kökeninin 1545'te toplanan Trent Konseyi'ne dayanması çok mümkündür. Söz konusu konseyde kurtuluşun lütuf ve hayırlı işlerin, başka bir deyişle dua etmek ile bilet almanın birleşiminden geldiği kabul edilmiştir.

Mezheplerin ortak noktası, her birinin kendi teolojisinin Cennet'e giden en kestirme yol olduğuna inanmasıdır
Adam Cennet'in kapısına gelir. Aziz Peter sorar: "Mezhep?"
"Metodist," der adam. Aziz Peter elindeki listeye bakar ve "Yirmi sekiz numaralı oda," der. "Yalnız sekiz numaranın önünden geçerken sessiz ol."
Bir başka adam gelir.
"Mezhep?"
"Baptist."
"On sekiz numara.Yalnız sekiz numaranın önünden geçerken sessiz ol."

Bir adam daha gelir.
"Din?"
"Yahudi."
"On bir numaraya git.Yalnız sekiz numaranın önünden geçerken sessiz ol."

"Farklı din ve mezhepler için farklı odaların bulunmasını anlıyorum," der adam. "Ama neden sekiz numaranın önünden sessizce geçecekmişim?"
"Sekiz numarada Yehova Şahitleri var," der Aziz Peter. "Kendilerinden başkası buraya gelemiyor zannediyorlar."
Kaynak:
Thomas Cathert & Daniel Klein,
Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer,
Din Felsefesi
Günlük düşüncelerimizde haklı olmayı, doğru olmak olarak değerlendiririz. Bir başka deyişle haklı olmayı; o durum, olay, düşünce vb. hakkında edindiğimiz bilgilere bağlı olarak aldığımız karar(lar)ın mantıklı, doğru, isabetli, tutarlı olduğuna dair zihinsel bir eylem olarak görürüz. Halbuki, haklı olmaya yönelik zihinsel eylemin kökeni, aldığımız kararlar doğru da olsa yanlış da olsa doğuştan gelir ve bizlerin var oluşunu temel alan, sağlayan iç güdüsel bir mekanizmadır.

Dünya’nın düz olduğuna veya Güneş’in Dünya etrafında döndüğüne inanılan zamanları düşünürsek, o zamanın düşüncesini savunmak, iddia etmek, hatta ispatlamaya çalışmanın "haklı olma" ile "gerçeklik doğrusu"nun  eş değerde olmadığını görürüz. Kaldı ki günümüzde dahi benzer fikirlere sahip insanların mevcudiyetini biliyoruz.


Zihnimiz karar verme aşamasına geldiğinde, dış dünyaya ait bilgileri, küçüklüğümüzden itibaren o zamana kadar edindiği bilgilerle ve hatta duygularla mukayese eder ve tutarlı(!) bir bütünlük oluşturmaya çalışır. Buna Geştalt adı da verilir. İşte bu tutarlı bilgiler uygun duygusal bilgilerle beraber nihai bir inanma veya inanç ortaya çıkartır ki, bu, bizde haklı olmaya yönelik bir hissiyat oluşturur.

Eğer, haklı olduğuna inanılan böyle bir zihinsel mekanizma olmasaydı, insan bir sonraki eyleme geçmek için gerekli motivasyonu sağlayamazdı. Bunun nedeni, bir sonraki davranışını, haklı olduğuna inandığı davranış ve düşüncesi üzerine kuracağı içindir. Başka türlü söylemek gerekirse bir sonraki yapacağı davranış, düşünce vb. eylemlerin bir evvelki davranış ve düşüncesiyle tutarlı olması için bir evvelki bu düşünce veya davranış konusunda haklı olduğuna inanması gerekir. Aksi halde, yapacağı davranış veya düşünce ile çelişkiye düşer ve sonraki davranış veya düşünce için gerekli motivasyonu sağlayamazdı.

Hakkı veya haklı olduğuna inandığı bir eyleme, düşünceye veya davranışa iten bu zihinsel mekanizma, insanı “var olmaya” iten, “varlığını” hissettiren önemli bir mekanizmadır. Daha basit bir ifadeyle HAKLI OLMAK, mantıksal değil, duygusal tutarlılığımızın ve bunun oluşturduğu duygusal kararlılığımızın bizde hissettirdiği "güç"tür. Bu da, ilk fotoğraf üzerindeki yazı ile bir özdeyiş olarak belirtilmiştir. Aksi halde, günlük hayatta aldığımız kararların neredeyse bütününün haklı bir gerekçeye bağlı olmadan yaptığımız davranışlar olduğuna inanan beyin depresyona girer, böyle bir zihin sistemi çöker hatta yok olurdu.

Aslında hak veya haklı olduğumuza dair doğuştan gelen bu mekanizmanın temeli yine doğuştan gelen ADALET kavramı ile bağlantılıdır. Çünkü, haklı olmak veya bir şeyde hak sahibi olma duygusu, o toplumun içinde bir birey olarak ortak değerlerden pay sahibi olmaya dayalı yaşama istencinin de temelidir. Yine aynı zamanda o toplumun bir bireyi olma hissiyatı yine doğuştan gelen  AİDİYET duygusuyla da ilişkilidir.

Görülüyor ki, haklı olmanın nedeni, sosyal yapının bir çok mekanizması doğrultusunda o topluluk içinde varlığımızın, var olmamızın yarattığı hissiyat olup DUYGU temellidir.

Bir an için düşünelim. Dünya’da bizden başka hiç kimsenin olmadığı veya ıssız bir adada tek başımıza mahsur kalıp yaşamaya zorlandığımızda, hak veya haklı olmaya yönelik kavram daha doğrusu hissediş hakkında neler söyleyebilirdik?

Nihayetinde haklı olmak, zaman zaman fiziksel gerçeklik ile örtüşse/çakışsa da (söz gelimi, ‘bırakılan taş düşer’ ifadesi için hem haklıyız hem de doğruyuzdur) haklı olmak, dış dünyanın gerçeklerinin doğrusu - yanlışı ile değil, küçüklükten itibaren edindiğimiz değerlerin birbirleriyle tutarlı bütünlüğü sonucu, aldığımız o kararın inanmamız veya inancımız doğrultusundaki “doğruluğu” önemlidir. İşte, fiziksel gerçeklerin zihnimizdeki tutarlılığı yani doğruluğu üzerine değil de, her bireyin kendi değerlerinin tutarlılığı üzerine kurulu bu kararı, kendisini HAKLI görmeye iter. Buradan da anlıyoruz ki, gelenek-görenek, örf-adet, din ve benzer inanç sistemlerimizin yani değer dediğimiz kavramların, zihnimizde oluşturduğu duygusal tutarlılık, ve bu tutarlılıkları savunmak (haklı olmak), aynı mekanizmanın bir parçası olarak çalışır. Bu da, farklı bireylerin farklı haklılık çıktılarının çelişmesi, örtüşmemesi sonucu kırgınlıklara, küskünlüklere, çatışmalara hatta savaşlara neden olmaktadır. 

Buradan da anlıyoruz ki, karşımızdakine "haklısın" demekle, karşımızdakinin düşüncelerinin doğru olamayabileceği gibi, "haksızsın" demekle de yanlış düşünceye sahip olabileceği anlamına gelmez. Karşımızdakine haklısın demekle, onun fiziksel gerçeklikle ilgili (doğru veya yanlış) fikirlerine değil, değerlerine itibar ettiğimizi yani aynı değerleri paylaştığımızı, haksız bulduğumuzda ise, yine çoğunlukla değerlerimizin daha doğrusu "çıkarlarımızın" çatıştığı anlamı çıkar.

Sonuç olarak, haklı olmak ile doğru olmak farklı kavramlardır. Her haklı olduğumuzu hissettiğimiz zaman, doğru olduğumuz zaman  değildir. Haklı olmak değerlere, doğru olmak ise fiziksel gerçekliklere bağlıdır.

HAKLI OLMAK, yaşadığımız topluluk içinde varlığımızı başkalarına hissettirmek, gerekirse savunmak daha da açık bir lisanla "hey, ben de bu toplumun bir ferdiyim, haberin olsun" demenin tercümesidir.



Erol
Yapılan yeni bir çalışma, dini ya da ruhani bir deneyim yaşadığınızda, beynin harekete geçen bölgelerinin aşık olduğunuzda, cinsel ilişkiye girdiğinizde, uyuşturucu kullandığınızda veya kumar oynadığınızda harekete geçen bölgeler ile aynı olduğunu gösteriyor.

Tanrı veya din ile ilgili düşünce ve hislerin beyinde nasıl göründüğünü ve beyni nasıl etkilediğini öğrenmek isteyen Utah Tıp Fakültesi'nden bir grup araştırmacı, Mormonizm dinine mensup 19 kişinin kendi dini kitaplarını okuyarak kendilerini uhrevi hissettiklerini söylediği bir aktivite sırasında beyinlerini taradılar.

MR taramaları sonucunda, bu uhrevi an sırasında beynin "nucleus accumbens" olarak bilinen ödül merkezinin aktifleştiği görüldü. Bu ödül merkezi, duygusal bir aşk sırasında veya kumar oynarken de aktifleşmektiği bilinmektedir.

Ruhani duygular, aynı zamanda, değerlendirme, yargılama ve ahlaki sınıflama ile ilgisi olan karmaşık bir bölge olan orta prefrontal korteksi de harekete geçiriyor. Deneyimlerinin zirvesine ulaştığında katılımcıların nabızları yükseldiği ve nefes alışları derinleştiği de tespit edildi.

Elde edilen bulguları değerlendiren araştırmacılar, yaşanan ruhani bir deneyimin düşünceleri ve mantıksal süreci tıpkı aşık olmak veya uyuşturucu krizine girmekte olduğu gibi etkilediği düşünüyor.

Yazar ve Utah Tıp Fakültesi öğretim üyesi nöroradyolog Dr. Jeff Anderson şöyle diyor:
"Ruhani deneyimler, insanların iyi ya da kötü olarak sonuçları hepimizi etkileyen kararları almasındaki muhtemelen en etkili bölüm. Bu kararları alırken beyinde neler olduğunu anlamak gerçekten çok önemli.

Dindar kimselerin ruhani, ilahi ya da aşkın bir şeyleri yorumlarken beynin bu sürece nasıl dahil olduğunu daha yeni anlamaya başlıyoruz. Geçtiğimiz birkaç yılda beyin görüntüleme teknolojileri bin yıldır üzerine düşündüğümüz soruları cevaplayabilecek şekilde gelişti."
Bu açlışma için seçilen katılımcılar, yani mormonlar, diğer pek çok din gibi, "tanrıyla bir olmak" duygusundan hareketle kararlarını alır, kendilerinin dahil olduğu kutsal topluluğu bu düstur çerçevesinde yorumlar.

Bir saatlik süreç içerisinde 7 kadın ve 12 erkeğe Mormon Kitabı'ndan ruhani olan ve olmayan pasajlar okunması istendi. Her bir bölümde, "Uhrevi hisler var mı içinde?" diye soruldu ve cevaplar arasında belirli bir süre bırakıldı.

İçlerinin huzurla dolduğunu ve bir sıcaklık hissettiklerini söyleyen katılımcıların çoğunun gözünde, tarama bittiğinde, yaş bile vardı.

"Çalışmamıza katılan kimselere kendi kurtarıcılarını, aileleriyle sonsuza dek birlikte olmayı, cennetin onlara vereceği ödülleri düşünmeleri söylendiğinde, beyinleri ve bedenleri fiziksel olarak buna karşılık verdi." diyor yazar ve Utah Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Michael Ferguson.

Utah Üniversitesi araştırmacıları tarafından 2014 yılında kurulan Dindar Beyin Projesi'nin (Religious Brain Project) ilk girişimi olan bu çalışma, derin ruhani his ve dini inançlar içerisinde olan insanlarda beynin nasıl çalıştığını anlamayı amaçlıyor.

Araştırma sonucu elde edilen bilgiler, Social Neuroscience adlı dergide yayımlandı.

İleri okumalar ve daha ayrıntılı bilgiler için, aşağıdaki başlıkları inceleyebilirsiniz:

Hayyam