Uzun yıllardan beridir, hatta son birkaç yıldır özellikle daha da şiddetlenerek İslam'ın ne olduğu, bir müslümanın neler yapabileceği tartışılmaktadır. Mesela kendini İslam'ın gerçek temsilcileri sanan IŞİD mi var olan dini doğru algılamakta, yoksa Bahriye Üçok veya Yaşar Nuri Öztürk gibi İslam'ın oldukça ılımlı temsilcileri mi gerçekleri görmektedir? En basit anlatımıyla, İslam adlı dini disiplinin içeriği ve sınırları nasıl belirlenebilir?

Hiç kuşkusuz İslam'ın ne olduğunun tartışılması çok daha uzun ve aslına bakılırsa nihai bir sonuca varmaktan biraz da uzak bir yapı içermektedir. Nitekim, İslam'a sadece Kur'an'ı mı kaynak alınması gerektiği yoksa hadis ve hatta rivayetlerin de İslam mefhumunun olmazsa olmazı olup olmadığı birçok alim ve hatta alim olmayanlarca sürekli tartışma konusu olmuştur. Ancak bu yazının konusu bu belirsizliği ortadan kaldırmak değil, bu belirsizliğe dayanarak sıkça yapılan bir "mantık hatası"nı ya da diğer bir deyişle "safsata"yı ortaya koymaktır.

Bizim ülkemizde daha çok "Yanılmışım Tanrı Varmış" adlı kitabıyla bilinen İngiliz filozof Antony Flew, aslında 1971'deki "An Introduction to Western Philosophy" (Batı Felsefesine Bir Giriş) ve 1975'deki "Thinking About Thinking" (Düşünmek Hakkında Düşünmek) adlı kitaplarında bahsettiği ve daha sonra literatüre "No True Scotsman" (Gerçek İskoçyalı Değil) şeklinde giren "mantık hatası" ile tanınmaktadır. Bu mantık hatasının temelinde, ileri sürülen iddiayı doğru veya yanlış olarak değerlendirmeden, onu gerçekleştiren kişiyi sürekli değişen tanımlara göre tanımlamak yatmaktadır. Diğer bir deyişle, sınırları belirsiz bir X grubu vardır ortada ve X grubuna tâbî olan biri, o an için uygun bulunmayan bir davranış sergilediğinde o kişinin aslında X grubuna tâbî olmadığı, onun "gerçek bir X grubu üyesi olmadığı" söylenerek aslında X grubuna ve üyelerine yönelik eleştiri veya iddiadan kaçınılır ve tartışma özünde sağlıksız olmayı sürdürür.

Bunu daha iyi anlamak için Antony Flew'nun "Thinking About Thinking" (Düşünmek Hakkında Düşünmek) adlı kitabında verdiği örneğe bakalım:
İskoçyalı Hamish McDonald adlı birinin elinde Glasgow gazetesiyle oturduğunu ve "İngiliz Tecavüzcü Tekrar Saldırdı" adlı bir haber okuduğunu düşünün. Hamish dehşete düşer ve "Hiçbir İskoçyalı böyle bir şey yapmaz." der. Ertesi sabah tekrar oturur ve Glasgow gazetesini okumaya koyulur. Bu sefer gazetede İskoçyalı birinin İngiliz tecavüzcüden kat kat daha kötü şeyler yapmış olduğuyla ilgili bir yazı okur. Bu gerçek, Hamish'in dünkü görüşünün yanlış olduğunu ortaya koyar, ama Hamish bunu kabul eder mi? Hiç de bile. Bu sefer o şöyle der: "Gerçek bir İskoçyalı olsa böyle şeyler yapmazdı."
Görüldüğü üzere, sınırları belirsiz bir X vardır ortada. Bu X, genellikle bir milliyet veya din olma eğilimindedir. Nitekim hem kalabalık bir üyeye sahiptir din ve milliyetler hem de tanımlarının neye tekabül ettiği asla tam olarak bilinmez. İnsanların sık sık başvurduğu "gerçek X değil" safsatası, aslında hiçbir tartışmaya girmeden ve X'in değerlerini ortaya koymaksızın sürekli X'i aklama çabasının bir ürünüdür. Bu şekilde X'i savunan kimse görüşlerinde yanılmadığı gibi, aynı zamanda X'in doğru/gerçek/iyilik/güzellik gibi olumlu özelliklerini de savunmuş olur.

Bu mantık hatasını daha adım adım inceleyen Bradley Dowden'in örneğine bakacak olursak:
A Kişisi: "Gerçek İskoçyalı yulaf ezmesine şeker katmaz."
B Kişisi: "Ama amcam Angus yulaf ezmesini şekerli seviyor."
A Kişisi: "Olabilir, 'gerçek İskoçyalı' yulaf ezmesine şeker katmaz."
Bu mantık hatasında kişinin yanılma payı neredeyse yoktur, çünkü kişi ileri sürdüğü iddiayla çelişen her veriyi "gerçek X olsa böyle olmaz" diyerek saf dışı bırakmaktadır. Diğer bir deyişle, Karl Popper'ın "yanlışlanamazlık tezi" ile benzer bir süreç işlemektedir. Durumu daha da somutlaştırırsak, "kafa kesmek" veya cihad adı altında "intihar saldırıları" yapmasıyla bilinen ve aslında kendilerini "gerçek müslüman" olarak gören IŞİD üyelerinin İslam adına yaptığı tüm bu eylemleri "Gerçek İslam bu değil." diyerek reddetmek, aslında İslam'ın böyle şeylere yol açma nedenlerini de tartışmaya kapatmak anlamına gelir. Bir diğer deyişle, hoşumuza gitmeyen veya günümüz koşullarında X ile artık uyumluluğu kalmadığı için çağ dışı görünen her eylem için "gerçek X değil" demek, sürekli sorunun kaynağını görmezden gelmek demektir. Örneğin, hırsızlık yapan bir adamı yakalayan mülkiyet sahibi, o hırsızın elini kesse ve "Müslüman olduğum için böyle yapılmasını doğru buldum." dese ve kanıt olarak da Maide suresinin 38. ayetini ("Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz.") gösterse, ne yapılması gerekir? Hiç kuşkusuz, artık bu cezanın çağ dışı olduğu bilinmekte ve genellikle kabul görmektedir. Bu sebeple, hırsızın elini kesenin "gerçek müslüman olmadığı" çünkü "müslüman olanın çağa ayak uydurması gerektiği" söylenecektir. Oysa Kur'an'da açıkça ifade edilen bir duruma rağmen artık günümüz koşullarına uymadığı için İslam'a göre yanlış olmayan bir eylemi "uygunsuz" saymaya başlarız.

Elbette bu, sadece İslam için geçerli bir mantık hatası değildir. "Gerçek Türk vatanını terk etmez.", "Gerçek erkek kadına el kaldırmaz.", "Gerçek komunist kiliseye gitmez.", "Gerçek ateist UFO'lara inanmaz.", "Gerçek Beşiktaşlı holiganlık yapmaz." gibi günlük hayatta ve Dünya'nın hemen her yerinde çeşitli şekillerde bu mantık hatası ile karşılaşırız.

Peki bundan kurtulmanın, bu safsata ile baş etmenin bir yolu var mıdır? İşin özü, yoktur. Sadece sağlıklı bir tartışma yürütülebilen kişilerle adım adım X grubunun temel prensipleri/kuralları ve X grubuna tâbî olduğu söylenen kişinin eylemlerinin bu prensip/kurallar ile ne denli bağdaştığı üzerine bir konuşma yapılabilir. Ancak yine de, X grubunun genellikle "en iyi" olduğu ön kabulüyle hareket edildiği için herhangi birinin X grubunun imajını zedeleyecek davranışının X grubuna mâl edilmesinin oldukça zor olduğunu tahmin etmek de güç değildir.

Hayyam
HER beyin yeniliğe, değişikliğe, yeni bakış açısına, farklı fikirlere vb. kavramlara açık değildir. Bunun kökeninde genetik faktörlerle beraber yetişme, yetiştirilme şeklimiz büyük önem arz etmektedir.

Doğduğumuzda sadece beynimizdeki sinir hücreleri diğer adıyla nöronlarla doğmayız. Aynı zamanda bu nöronlar arasında mevcut milyarlarca hatta trilyonlarca bağlar, bağlantılarla (dandrit ve akson) doğarız. 

Büyüdükçe yaşadığımız ortam, çevremizdeki kişilerin öğretilerinin etkileri bize ya yeni düşünce, yeni bakış açılarına yönlendirerek mevcut nöronlarla bağların korunması hatta bu yolda yeni bağlantıların meydana gelmesi şeklinde olur ya da sadece belli kısıtlanmış yönlerde düşünce ve davranışlara yönlendirip mevcut bağlantıların budanmasına (kullanılmayan bağlantıların geri dönüşü olmayacak şekilde kopmasına) neden olur. Başka türlü söylemek gerekirse beyin, aynı düşünce etrafında nöronal örgüsünü örer ve çeşitli düşüncelere kendisini kapatır veya düşünsel çeşitlilik adına yeni nöronal bağlar kurarak sorgulamaya zemin oluşturur.

Nihayetinde, yetişkin olduğumuzda (20-25 yaşlarda) neredeyse ve özellikle karar aldığımız, düşündüğümüz, analiz yaptığımız, akıl yürüttüğümüz, alnımızın arkasında bulunan ve adına prefrontal korteks denilen kısım oluşmuş olur. Diğer söylemle, belirtilen yaş aralığına kadar, düşünen beyindeki nöronal gelişmeler ve bağlantılar devam eder. Beynimizin bu bağlantı yapılanması aynı zamanda kişilik dediğimiz davranış ve düşünce kalıplarımızı da oluşturur. Artık, genetik faktörleri de eksik etmeyerek, yetişme şekline (beynimizdeki bağlantılar) göre muhafazakar, mevcut kural ve değerleri koruyan ve değişmesini istemeyen bireyler oluruz veya yeniliğe, farklı fikirlere, değişikliğe, sorgulamaya açık bireyler haline geliriz. İşte bütün mesele budur.

Peki doğa bunu neden öngörmektedir? Herkesin farklı, yaratıcı, yenilikçi, değişik fikirlere sahip olduğu bir topluluk daha iyi değil midir? Buna verilecek cevap, sadece muhafazakar kişilerden oluşan bir topluluğun olması kadar, her bireyin yenilikçi olması pek de iyi değildir diyebiliriz. 

Mesele sadece yenilik veya değişik fikirleri ortaya koymak değildir. Beyin aynı zamanda bu fikirlerin savunması için bireye duygusal baskı yapar. Çünkü ister muhafazakar olsun ister yenilikçi olsun, beyin için temel istek, hayatta kalabilmektir ve bunu da fikirlerini savunarak yapar. Aslında savunduğu kavram, fikirlerinden öte, var oluşudur. Fikirleri kabul görmeyen birey, aşağılanmış demektir ki, bu, kişinin varlığı için bir tehdittir. Bunu algılayan yer de beynimizde her iki yarı kürede bulunan ve adına amigdala denilen badem şekli ve büyüklüğündeki iki adet oluşumdur.

Buradan da anlıyoruz ki her iki durum da çatışmalara neden olur. Zaten bu nedenledir ki en yenilikçi bir şirkette bile davranış, düşünce ve plan, program akışlarını organize edecek (değerler birliğini sağlayan) bir adet genel müdür veya tepe yöneticisi bulunur. Aksi halde her yenilikçi fikrini savunmaya çalışan kişiler arasında yukarıda da ifade edildiği gibi çatışma kaçınılmaz olur, fikirler faydalı olacaksa bile ortaya olumlu bir sonuç çıkmayabilirdi. Bu çatışmadan kaçınmak isteyen kişiler de bu defa, zaten muhafazakarların ortaya koyduğu değerleri kullanır, politik olur veya Asch'ın uyma davranışına tabi olurlar.

Buna karşılık sadece muhafazakar kişilerden oluşan bir topluluk aynı değerlere sahip olduğu ve bu değerleri korumak, savunmak adına o topluluğun "bir arada" bulunması (aidiyet, mülkiyet vb. temel kavramlar) anlamında devamında çok önemli temel bir argüman oluştururken, değişen çevre şartlarına uyum sağlayamayan, statik düşünce ve bunun getirdiği davranışlarla (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) kalıcı olmayan belki de yok olması ile sonuçlanan bir topluluğa da neden olabilir.

İşte bu temel iki nedene bağlı olarak, ortak değerler (gelenek-görenek, örf-adet, inanış vb.) bir topluluğun dağılmadan birliğini sürdürürken, yenilikçiler ve bu dinamik beyin yapısında olanlar, yeri geldiğinde mevcut değerlere de karşı çıkarak değişiklikleri gerçekleştirmeye çalışır. Bu yenilikler bazen yıllar öncesinden fikir sahibinin ortadan kaldırılması (İtalyan filozof ve astronom Giordano Bruno) veya engellenmesi ve bu fikrin doğruluğunun, takipçileri ile zaman içinde anlaşılması şeklinde olabileceği gibi, fikir sahibinin bizzat kendisi (Einstein) zamanında da olabilir.

Sonuçta muhafazakar beyin yapısı, topluluğu bir arada tutarken, yenilikçi fikir ve bakış açılarına sahip olanlar ise topluluğun değerlerini yavaş yavaş (belki de yüzyıllar içinde)  veya günün anlayışına uydurarak kalıcılığında rol oynayacaktır.

Özet olarak söylenebilir ki, yetişme şeklimize bağlı olarak beynimizdeki nöronlarla ve bağlantılarla ilgili  oluşan kişiliğimizin etkisiyle, bazen denge sağlayarak bazen de bir tarafın diğeri üzerine etkisi daha fazla olacak şekilde (kilise baskısı veya rönesans dönemi örnekleri gibi) muhafazakar ve yenilikçi bakış açısı arasındaki bu çatışmalar daha uzun yıllar devam edecek gibi görünüyor.


Erol 
Merhabalar!

Blogda yer alan yazıların seslendirilmesi gibi bir hayalimiz vardı bundan birkaç yıl önce, ancak ne yazık ki zahmetli bir iş olacağından ötürü sadece bir hayal olarak kalmıştı. Oysa geçtiğimiz günlerde YouTube'da öykü seslendirmek üzere açılmış olan Kelime Kutusu'ndan bir mail aldık. Blogumuzun bir okuru olduklarını ve bazı öykü ve makaleleri seslendirmek istedikleriniz belirttiler. Elbette ki memnuniyetle kabul ettik ve hatta böyle güzel bir iş için mümkün mertebe destek olmak istediğimizi de belirttik.

Tabii ki Kelime Kutusu sadece "Tanrı Var Mı?"yı seslendirmek gibi bir misyona sahip değil, ancak yine de birkaç yıllık imkansız bir hayali eser miktarda dahi olsa gerçekleştirmesi bakımından bizim açımızdan oldukça kıymetli.

Yazarımız keytarist'in "Yaşamak, Öldürmektir" adlı öyküsü, Kelime Kutusu tarafından ilk seslendirilen Tanrı Var Mı? içeriği olarak raflardaki yerini almış durumda. Aşağıda öyküyü dinleyebilirsiniz, buraya tıklayarak kanaldaki diğer sesli öykülere ulaşabilirsiniz.

Çalışmalarından ötürü kendilerini tebrik eder, başarılarının devamını dileriz.

Mecazların ardından gittiğinizde kendiniz de bir mecaza dönüşür, sonuçta günlük yaşamın zorluklarından sıyrılıverirsiniz.

***

Köprü bir kez kurulmasın, çöküp gitmedikçe bir daha kurtulamaz köprülükten.

***

Neden uyumuyorsun? Çünkü birinin uyanık kalması gerek. Birinin nöbet tutması gerek.

***

Düşünür için sıradan küçük bir nesneyi, örneğin bir topacı anlamak her şeyi anlamakla eşdeğerdi. Bu nedenle büyük sorunlarla ilgilenmiyor, bunu zaman savurganlığı olarak görüyordu.

***

Kimse gelmiyorsa, kimse gelmediğindendir. (...) Kimsenin bana yardım etmemesi kötü ama bu kimsesizlik de güzel.

***

Bu dünyada, bu şehirde, ailemdeki yerim konusunda açıkça kararsızım. Örnek olarak, sıradan bir konuda bile öne sürecek haklı isteklerim olup olmadığını bilmiyorum.

***

Diğerleri gibi yüzmemi engelleyecek hiçbir şey yok ama diğerlerinden daha güçlü bir belleğim var, bir zamanlar yüzemediğimi henüz unutmadım. O zamanı unutamadığım için yüzebiliyor olmamın bana bir yararı yok, yüzebildiğim halde yüzemiyorum.

***

"Aslında o denli kötü değil, herkes aynı." diyordum kendi kendime ama bunu der demez işler daha da kötüleşiyordu.

***

Her şeyi bu denli nesneleştirerek ilerlemek yaşamaya dair her olasılığı yok ediyor.

***

Ölmem mümkündü ama acılara katlanabilmem değil; acılardan kaçmaya çalışarak onları katlıyordum aslında; ölüme razı olabilirdim ama çektiğim ıstıraba daha fazla dayanamazdım; ruhumda hareketin zerresi yoktu; denklerin hazırlanması gibi, güçlükle bağlanan ipler nasıl ikide bir sıkılanır ama bir türlü yola çıkılamaz, tıpkı böyle işte. En kötü şey, öldürmeyen acılardır.

***

Bir görev: Fakat ben yaradılışımdan dolayı sadece kimse tarafından verilmemiş bir görevi üstlenebilirim. Bu çelişkinin içinde, sadece bu çelişkiyle yaşayabilmem mümkün. Herhalde herkes için durum böyledir, çünkü yaşayarak ölünür ve ölerek yaşanır. Bir sirkin çadırla çevrilmesi gibi, dışarıdan bakan içeriyi göremez, tıpkı böyle. Biri çıkar ortaya çadırda ufacık bir delik bulur, dışarıdan içeriye bakabilir. Yine de bu kişinin varlığına katlanabilmek gerekir. Hepimiz bir anlamda kendisine göz yumulan kişileriz. İkinci kez yine bu delikten bakıldığında izleyicilerin sırtlarından başkasını görebilmek mümkün değildir. Üçüncü kez yine de, müziğin işitileceğine kuşku yoktur, hayvanların kükreyişlerinin de. Nihayet, sirkin çevresinde dolanarak görev yapan, böyle para ödemeyen meraklıların omzuna yavaşça dokunan polisin kollarına korkudan bayılarak düşüverilir.

***

Kendimi bildim bileli içimde bir kuşku var ama sesini her zaman duyurmuyor, ara sıra kendini gösteriyor, hatta kendini unutturacak boşluklar bile bırakıyor.

***

Hamile kadın karnındaki bebeğin hareketlerini nasıl hissederse, ben de bu kuşkunun hareketlerini içimde hissederim.

***

Hiç durmadan yolumu yitiririm. (...) Öylesine yalnız bulurum ki kendimi olduğum yere yatıp bir daha kalkmamak üzere kalmak isterim.

***

Bir temizlikçi etrafı süpürüyordu ama temizlenecek bir şey de yoktu ortada.

***

Durmadan ölümden söz etsen de ölmüyorsun.

***

Kimse bilmiyor ama savaşmaktayım. Elbette sezenler var, bunu da önleyemem ya. Nedir, bilen yok. Gündelik ödevlerimi yapıyorum, çok olmasa da biraz dalgınım. Herkesin savaştığına kuşku yok, ben biraz fazla savaşıyorum sadece; çoğu insan uykuda başına üşüşen hayalleri kovalamak için elini sallarcasına savaşır ama ben hemen ortaya atıldım; önceden titizlikle tasarlayarak, elimden geleni ardıma koymadan savaşıyorum. Her zaman gürültüyle yaşamasına karşın bu konuda suskun kalan kalabalıktan neden ayrıldım, neden böyle ortaya atıldım? Neden tüm dikkati üzerimde topladım? Neden düşmanın kara listesinde en ön sıraya yazdırdım adımı? Bilmiyorum. Başka türlü yaşamak değersiz göründü bana. Savaş tarihinde bana benzer kişileri asker yaradılışlı olarak kaydederler. Ama hayır, ben onlara benzemem; sonunda zafere ulaşacağım umudu yok içimde; savaş, savaş olduğu için gururlandırmıyor beni; savaşta tek bir şey hoşuma gidiyor, savaşmaktan başka yapacak şeyimin olmayışı. Bu özelliğimden dolayı kapıldığım gurur, zevkini tüketemeyeceğim, çevremdekilere dağıtsam bile bitiremeyeceğim denli büyük. Belki de savaş değil, bu gurur beni tüketecek. 

***

Tamamen özgürsün, bu yüzden her şeyini kaybetmiş durumdasın.

***

Yanına ulaşıp kurtarmak istediğin kişinin havasızlıktan boğulup ölmesi bir anlık iş, bu yüzden durmadan çabalamak zorundasın; kurtarmak istediğin kişi asla boğulmayacak, senin de tüm çabaların da asla sona ermeyecektir.

***

Uzakta, çok uzaklarda ilerleyen dünya tarihi, senin ruhunun dünya tarihi.

Franz Kafka,
Kovalı Süvari
Biz beş arkadaşız; bir gün bir evden dışarıya art arda çıktık. Önce birimiz çıktı, gidip kapının yanında dikildi; sonra ikincimiz çıktı, aslında cıva kabarcığı misali kaygan bir çeviklikle gelerek birincinin az ötesinde durdu; sonra üçüncümüz, sonra dördüncümüz, en sonda da beşincimiz çıktı. Bir sıra oluşturarak dikilmeye durduk. Herkes bizi fark etti ve bizi göstererek şöyle dediler: "Şu gördüğünüz beş kişi, şimdi evden çıktılar!” İşte o günden beridir bir arada duruyoruz, bir altıncı aramıza girmek istemese keyfimiz yerinde bile denebilir; aslında bize bir zararı yok altıncının ama sevmiyoruz işte onu, bu da yeterlidir herhalde; istenmediği bir yere girmek için bu çaba neden, anlamış değilim. Onu tanıdığımız yok, aramıza da istemiyoruz. Beşimiz birbirimizi eskiden beri tanır değiliz ve şimdi de tanıdığımız iddia edilemez; fakat beşimiz için mümkün olan ve hoş görülen şey altıncı tarafından mümkün değil ve hoş görülemez. Hem, beş kişiyiz ve altı olmak istemiyoruz işte. Üstüne üstlük, bu hep bir arada olmanın anlamı nedir? Biz beşimiz için bile bir anlamı yok, bir kez bir araya gelmişiz ve öylece bir aradayız ama geçmişte yaşadıklarımıza bakarak yeni bir aradalıklara karnımız tok. İyi de, bütün bunları altıncıya anlatabilmek mümkün değil; uzun uzun anlatmak onu aramıza kabul etmek anlamına gelir, bu yüzden hiç açıklama yapmıyor, aramıza almıyoruz onu. Dudaklarına üzgün biçimler versin istediği kadar, dirseği vurduğumuz gibi yanımızdan atıyoruz onu ama ne denli uzağa yollarsak yollayalım yine dönüp yanımıza geliyor.

Franz Kafka, Kovalı Süvari;
Bir Arada (sf. 39), Altıkırkbeş Yayınları
İLETİŞİMİ sağlayan, ne dediğimizden önce nasıl dediğimizdir.

Peki bunun nedeni ne olabilir? Halbuki işin mantıksal tarafına baktığımızda, ister öyle söylensin ister böyle söylensin, konu, yere bir şey "atılmaması" isteğidir ve bunun sonucu olarak da zemin temiz kalacaktır.

Neden “üslup” denilen böyle bir mekanizmaya ihtiyaç duyarız? Bunun bir nedeni olmalıdır. Bunun nedeni, elbette ki insanın doğasından kaynaklanmaktadır. Ve devam edecek olursak bu, insanın ve hatta diğer canlıların hayatta kalmaları ile bağlantılıdır.

İsterseniz geliniz, çerçeve yazıdaki ifadenin, beynimizdeki mekanizmayı nasıl etkilediğini ve bu etkilenmenin kaynağının da milyonlarca yıl evveline dayanan hikayesine bir göz atalım.

Her zaman olduğu gibi gözlerimizin hizasında, beynimizin her iki yarım küresinde, beyin tabanına yakın, adına AMİGDALA denilen ve Latince "badem" anlamına gelen, şekli ve büyüklüğü ile gerçekten de bademe benzeyen iki adet beyin oluşumu, bunun nedenini hazırlamaktadır. Amigdala bizi tehdit ve tehlikelerden koruyan beyin organelidir.

Çerçeve yazıyı ele alırsak, amigdala, neden içeriğe bakmaz da üsluba bakar? Çünkü amigdalanın birincil vazifesi kişinin tehdit altında olup olmadığına bakmaktır. Bu tehdit kavramına, sadece fiziksel değil, “aşağılanma” dediğimiz anlayış da buna dahildir.

Bizler, genelde yere çöp atıp atmama konusunda neden bunu anlamadığımızı, içerik son derece açık iken, diğer bir deyişle “yere çöp atılmaması” kuralı net olduğu halde, böyle bir davranış aktarımının (söyleminin) neden “üslup” çerçevesi dahilinde yapılması gerektiğini sorguluyor olabiliriz. Ancak şu var ki yere çöp atılıp atılmaması konusu, insanların sonradan “kültürel” olarak geliştirdikleri bir konu iken, amigdala, milyon yıl evvelinden ve böyle bir kültürün olmadığı, insanların daha ilkel zamanında onu her zaman korumaya, var olmaya programlamıştır. Bu program sadece fiziksel varlığının korunması değil, aynı zamanda aşağılanmaması dolayısıyla saygınlığı yani birey olarak içinde yaşadığı toplum tarafından kabul edilmesi esası üzerine böyle bir davranışı biçimlendirmiştir. 

Demek istediğimizi daha açık söylemek gerekirse, amigdala, doğrudan bir davranış olarak "yapma", "etme", "koşma" vb. diğer bir deyişle bir eylemin yapılmasını "men etme" anlamındaki bir yaklaşımı sevmez. Bunun en basit örneği "emir almaktır". Amigdala emir almayı sevmez, tepki gösterir. Çünkü amigdala, emir almayı bireyin serbestiyetini kısıtlayan, öz saygısına, öz güvenine, öz değerlerine vb. kavramlara bir saldırı olarak karar verir. Zaten mesele de buradadır ki, bu karar, düşünen beyin tarafından değil, milyonlarca yıl evvelinden atalarımızın genleriyle gömülü olarak gelen, doğum esnasında da, genlerdeki bu karşı çıkış (savunma) bilgisinin amigdalaya aktarılması sonucu amigdalanın aldığı bir karardır. Bizim, bilinçli kararımız değildir. Dolayısıyla, "şişeyi yere atma" şeklindeki bir iletiyi tehdit olarak algılar ve amigdala, bu iletinin tam karşılığı olarak, bireyin kendi varlığını ortaya koymak, varlığını karşı tarafa hissettirmek için, şişeyi yere atmayacağı varsa da atmasını ister. İşte üslup, amigdalayı sakinleştirmek için gereklidir.

Bireyin, kendi varlığını kabul ettirme şeklindeki böyle bir davranışı, milyonlarca yıl evvel, sadece insanın ilkel yapısındaki zaman için değil, bugüne baktığımızda insanların da dahil olduğu şempanze, goril, urangutan, bonobo, makak vb. adına primat dediğimiz grup canlılarda ve hatta diğer hayvanlarda da bu mekanizmayı görebiliriz. Tekrar etmek gerekirse, özellikle memeli türlerde öncelikli kural bir bireyin o topluluk içinde barınabilmesi için kabulü konusudur. Topluluk tarafından dışlanan bir bireyin, en azından çiftleşme ihtiyacını gideremediği için soyu yok olacaktır. Şu halde, bir şekilde grup içinde kalmalıdır ve mücadele etmelidir.

İşte, bireyin hayatta kalmasının yanında, “aşağılanma” tehdidine karşılık, onu korumaya alan yine amigdaladır. Yukarıda da ifade edildiği gibi bu sadece insanlar için değil, diğer memeli hayvanlar için de geçerlidir. Şu halde, tekrar bir kaç milyon yıl geriye gittiğimizde, yere çöp atmanın kültürel bir davranış olarak bilinmediği bir zamanda, amigdala üslup olarak kendisine doğrudan direktif olarak gelen davranışlara karşı her zaman duyarlı olmuş, doğrudan davranışları bir aşağılanma diğer bir deyişle tehdit olarak kabul etmiştir.

Bu mekanizmayı milyonlarca sene evvelinden günümüze getirdiğimizde, yere çöp atılıp atılmaması hala ikinci plandadır. Çünkü, birinci planda bireyin tehdit altında olup olmaması evrimsel bir mekanizma olarak günümüze kadar gelmişken, kültürel olarak oluşturduğumuz “yere çöp atılmaması, çevrenin temiz tutulması” konusu ikinci planda olup, amigdalanın umurunda değildir. Zaten böyle bir bilgiyi idrak edecek bir donanıma da sahip değildir.

Görülüyor ki, yapılması istenilen davranışa ait bilginin ne olduğundan (yere çöp atılmaması) önce üslup (amigdala için tehdit oluşturmayan davranış) gelmektedir.

Kaldı ki, daha küçükken ısrar ettiği ve kişiliğini bulmaya başladığı, büyüklerin “yapma” talimatlarına bağlı olarak çocukların “inat” edercesine istenmeyen davranışları tekrarlamasının altında yine amigdala vardır. Basitçe söylersek, amigdalanın baskın olarak devreye girdiği anlarda bilinçli davranış devre dışıdır. En basit örnek, kavgaya veya ağız dalaşına girdiğimiz anlardır.

Peki, üslup nerede devreye girmektedir. Söylem tarzı olarak yumuşatılmış bir şekilde cümleler kurulduğunda, amigdala, kendisini tehdit altında hissetmez. Bu durumda, amigdala istirahate çekilmiştir.

"Birkaç milyon yıl evvel üsluplu iletişim nasıl kuruluyordu?” diye düşünülebilir. Tabii ki konuşmanın, bugünkü seviyesinde, kültürel bir dil yapılanmasının olmadığı bir zamanda, vücut dili dahil, türün kendine has ses çıkarmalarını iletişim için kullandığını söyleyebiliriz.

Bugüne bakarak bir şempanzenin, bir köpeğin, bir kedinin anne olarak yavrusuna şevkatle bakması ve koruması, emzirmesi bile aslında bir “üsluptur”. Şu halde üslup dediğimiz mekanizma da aslında kültürle biçimlense de, insanoğluna baktığımızda yine onun doğasının milyonlarca yıl evvelinden günümüze taşıdığı bir davranıştır. Tabii ki bu davranışlara ait temel bilgilerin “genlerimizle” taşındığını evvelki yazılarımızdan biliyoruz.

Peki üslup denilen bu mekanizmanın yaptırım gücü nereden geliyor? Bunun kaynağı yine beynimizdedir.

Amigdala tehdit altında olmadığı zamanlarda Freud’un “süper ego” dediği, bizim de kabaca “vicdan” dediğimiz mekanizma devreye girer. Beynimizde “sorumluluk” olarak da faaliyete geçen ve bizleri toplumsal kurallara uymaya iten bu yapılar beynimizin her iki yarım küresinin iç tarafında, birbirine bakışımlı, beynin ön tarafına doğru, yay şeklinde olan ve adına anterior singulat korteks denilen kısımdır. Aynı zamanda bu sorumluluğa katılan bir diğer kısım da beynimizin önünde, alnımızın biraz altındaki beyin bölümleri, orbital prefrontal korteks ile mediyal prefrontal kortekstir. İşte, amigdala devreden çıkıp da, kendimizi şu veya bu şekilde tehdit altında hissetmeyen insan için beynin bu kısımları devreye girerek diğer bir deyişle sorumluluk “hissettirerek” o işi yapmaya iten güdüyü yaratır. Eğer, o sorumluluk yerine getirilmezse, bunun karşılığını “utanma” veya “suçluluk” olarak bize dönecektir. (Sorumluluk duygusu olarak, daha evvelki yazılarımızdan Zeigarnik Etkisi başlıklı yazıyı okumanızı öneririz.)

Şu halde, tekrar çerçeve yazıya dönecek olursak, bir insanın talimat veya emir tarzı ile makul iletişime girmeden diğer bir deyişle emir almayı sevmemesinin ve üslup çerçevesinde bir işi yaptırmasının mekanizması temel olarak budur. Onun içindir ki söz gelimi Japon toplumunda sorumluluk duygusu kültürel olarak “duyarlı” hale getirilmiş ve zaman zaman işinde başarısız olan yöneticilerin istifa veya intihar nedenini oluşturmuştur. Japon'lar gibi topluluklarda beynin sorumluluk mekanizmasına küçüklükten itibaren yetiştirilme bakımından fazla yük verilmektedir.

İşte bu nedenledir ki aile ortamından başlamak üzere “eğitim” son derece önemlidir. Yine bilinir ki, çocuğun 6-10 yaş arası beyin gelişimi ile kişiliğinin büyük bir kısmının temelleri bu dönemde oluşur. Bu yaşa kadar verilmeyen/verilemeyen eğitim ile bir kişiyi, arzu edilen davranışa yöneltmek, istisnalar haricinde nerede ise imkansızdır. Çünkü beyinde, kişiliğimizi oluşturan milyarlarca nöron (sinir hücreleri) arasında oluşan bağlantıları, eğitimle yeniden kopartıp, doğru ve sorumluluğu idrak edecek davranışa yöneltecek trilyonlarca yeni bağlantılar oluşturmak imkansızdır. Bundan dolayı da “yedisinde neyse, yetmişinde de odur” veya “huylu huyundan vazgeçmez” cümleleri bu anlamda yerini bulmaktadır.

Çerçeve yazıda "sizleri de çok seviyorum" ifadesiyle, beyinde bir mekanizma daha çalıştırılmaktadır. Bu da ödül mekanizmasıdır. Böyle bir ifade karşısında, yine gözlerimizin hizasında amigdalaya göre beynimizin ön tarafına daha yakın olan ve her iki beyin yarı küresinde bulunan, nucleus accumbens denilen kısımlar devreye girer. Bu kısımlar, aşık olduğumuzda, mutlu olduğumuzda, gelecek için umut beslediğimizde faaliyete geçer. Bu kısma giden dopamin kimyasalı ile kendimizi mutlu, ödüllendirilmiş hissederiz. Bu hissedişin beyin için tercümesi, bireyin varlığının kabülu anlamındadır. Görülüyor ki, çerçeve yazı, aynı zamanda ödüllendirici, teşvik edici üslubu da beraberinde getirmiştir.

Tabii ki şunu da ilave edelim ki, üsluplu bir dil kullanımı uygun vücut dili ile beraber iknanın da bir mekanizmasıdır. Ve ayrıca, üsluplu dile yatkın olup da çabuk etkilenen kişiler, manipülasyon tuzağına da daha çabuk düşebilirler. Dolayısıyla, üsluplu dil, suistimali barındırmadığından emin olduğumuz, samimi yaklaşımlar için geçerlidir.

Bir şişenin, çöp olarak yere atılmama isteğinin belli bir üslupla söylenmesi ile ancak o kişi tarafından bu talebin yerine getirilebileceği, böyle bir davranışın da kökeninin milyonlarca yıl evveline dayandığı ve ayrıca küçükten başlayan eğitimle doğrudan bağlantılı olması size de garip geliyor mu?

Erol
Arkasını dönmeye cesaret edemeyerek, gözlerindeki bulanıklığı berraklaştırmak için anlamsızca yüzünü kırıştırırken öylece duruyordu. Bulutlu bakışlarıyla etrafına çekingen ve hafif korkarak göz gezdirmeye koyuldu. Bereketli elleriyle yalvarırcasına, avuçlarını açmış bir ihtiyar kadını andıran ağaca yöneltti tüm dikkatini, ardından bir zamanlar bahçesinde çiçeklerin olduğu, yine bu çiçeklerin dibine gizlice işeyen çocukların oyun oynadığı yıkık balkonlu ahşap ev zihninde bir şeylerin belirmesine yardım etti.

Çok uzun bir yolculuktan çıkmış olmalıydı sanki. Ama üzerinden dün geçmiş gibi geliyordu yürüdüğü yol. Kimi zaman isyan ettiği, kimi zaman lütuf bekleyip çapaladığı yağmur kokulu toprak; gittiğinin bile farkına varamamıştı. Hatta selamlayıveriyordu çiftleşmek için birbirine kur yapan kuşlar. Yüzüne çarpıp sertçe: "Nerelerdeydin!" der gibi sinirlice tokatlayan rüzgâr dışında her şey yolundaydı şimdilik.

Acemice yürüyüp heyecanın vermiş olduğu aceleyle yanlış yapmaktan korkarken şımarık bir neşe belirdi gönlünde. Nereye, ne için gittiğini bilemeyerek ilerlerken insanın eksikliğini hissetti.

Eskiden hiç boş durmazdı bu sokaklar. Kimse olmazsa, tespih çekerken sürekli aynı konuları anlatıp geçmişi savaş kahramanı gibi yâd eden ihtiyarlar süslerdi yol boylarını. "Bizim zamanımızda." diye başlayan yaşam hikâyeleri, karakterler dışında hepsinin aynıydı neredeyse. "Eskiden şimdiki bolluk yoktu."nun devamında "Biz büyük sözünden çıkmazdık, yeni nesil büyük küçük saymıyor." gelirdi çoğunlukla. Tüm bu sözcükler içten içe hissedilen ölüm korkusuyla söylenirdi. O ölüm ki yaşlılar tarafından beş vakit arzulanır ve yine yaşlılar tarafından her dakika bilinmez bir korkuyla anılırdı. Hepsi de bu arzusuna kavuşmuş olmalı ki kimsecikler görünmüyordu terk edilmiş evlerin bakımsız avlularında.

Etrafına boylu boyunca bakıp düşünceli düşünceli yürürken adımlarında yavaşlama belirdi. Karşısında kırık camlı ufak pencereleri, boyası yıpranmış olmasına rağmen sağlam olduğu anlaşılan duvarlarıyla evini görünce bütün bedenini derin bir sıcaklık sardı. Hemen gidip kapısını açası, içindekileri tek tek öpesi, kendini niye hiç arayıp sormadıkları için tatlı tatlı sitem edesi vardı. Sağ adımını öne atarak evin basamaklarını çabucak çıktı. Kapıya vuracaktı ki kilidin olmadığını görüp kapıyı hafifçe iteleyip ilerledi. Kimsecikler yoktu, örümcek ağlarının neşeli bir yuvası olmuştu burası. İyice eskimiş tozlu bir kanepe ve birinin bacağı kırık iki sandalye dışında eşya da gözükmüyordu. Derin bir nefes çekip hiçbir şey yapmayarak dört ayağıyla dimdik duran kurt kesiği dolu ahşap sandalyeye oturdu. 

Kendi yapmıştı bu evi. İki yılını gurbette geçirip para biriktirmişti önce. Gelince de hayvanların bir kısmını satıp konu komşu dayanışmasıyla içinde bulunduğu bu yapı ortaya çıkmıştı. Hiç tastamam bitmemişti yalnız. Tereği iki, döşemeleri on yıl sonraya derken eksik fakat huzurlu bir sığınak olmuştu uzunca bir süre. Duvarlarına göz gezdirirken kendi alın terini görüyor, gömleğinin koluyla bu terleri siliyor gibiydi.

İçinde yoğun bir yorgunluk, sevinç ve üzüntü bulunan uykusu yolları toza boğan araba sesiyle bölündü. Öylece sızıvermişti sandalyenin üzerinde. Yalnız, tedirgin ve her şeye rağmen umutlu. O umutla yola baktı, çivileri gıcırdayan ahşap zeminde adımlayarak; baktı ama tekrar toprağa kavuşmak için acele etmeyip salına salına düşen tozdan başka bir şey göremedi. Dışarı çıkıp etrafı bir kolaçan etmek amacı taşırken eski kanepeye gözü takıldı yine. Üzerindeki tozları temizlercesine elini sürdükten sonra altında bir şey var mı yok mu diye kaldırdı kanepeyi. Kıyafetlerden sökülerek yumak yapılmış birkaç top iple, altın renkli bir çerçeve içinde siyah beyaz renkli fotoğraf gördü. Büyük bir keşfin altına imza atmış arkeolog titizliğiyle fotoğrafı eline alıp özenle üzerindeki tozları sildi. Sol yanağında iri bir ben bulunan, kır saçlarının süslediği kâkülü yana yatmış, dik bakışlarıyla mistik ruhunu perdelemeye çalışan adamla karşı karşıya geldi birden. Yıllardır görmediği hasretlisine kavuşmuş gibi baktığı fotoğraftakinin kim olduğuyla ilgili herhangi bir fikre de sahip değildi.

Kendi olabilir miydi? Sahi, kendisi nasıl bir şeydi? Görmeyeli o kadar zaman olmuş, çehresi o denli farklılığa uğrayıp değişmişti ki şekline dair neredeyse hiçbir emare kalmamıştı zihninde. Doğruca mutfak camına koştu, saydam camın arkası karanlık olacağı için yarım yamalak da olsa kendini görebilirdi. İri kulaklarının belirgince boy gösterdiği kafası, sivri burnu, yüzüne tuhaf bir çekicilik katan çenesi ile fotoğraf arasında bir bağlantı kuramayınca anlamsız bir üzüntüye kapıldı. Kendini daha iyi tanıyıp hatırlamak için bir daha baktı cama, yılların unutulmuşluğunu kenara bırakıp intikam alırcasına. Saçları da ne kadar kısacaydı öyle! Hâlbuki hiç sevmezdi böylesini, isterdi ki kulaklarının ardına değin salınsın dökümleri, isterdi ki uzansın boylu boyunca kafasını üstüne doğru dalgalı kâkülü.

Eli tezgâhın üzerindeki fotoğrafa doğru gitti yine, bu sefer dikkatlice inceleyecek ve kim olduğunu bilecekti. Gözleri, kirpiklerinin uzunluğundan çenesinin kıvrımlarına kayarken karısı belirdi zihninde. Adı, vakti zamanında kılıbığa çıkıp kahvehanede avare eğlencesi olsa da tutkuyla bağlıydı ona.

Karısının babası Hamdi'ydi bu, babasına benzerdi zaten. Bunun en sakıncalı yanıysa yatakta ortaya çıkardı. Karısının yüzüne bakarken kayınbabasına bakıyor, karısına dokunuyorken kayınbabasına dokunuyor ve tüm cinsel arzusu ya başlar başlamaz diniyor ya da buruk bir sonla bitiyordu. Hamdi ölünce de ölüyle sevişiyormuş gibi olduğu için kimi zaman vücudunu korkuyla karışık derin bir titreme alırdı.  Karısının kopyası Hamdi Baba'ya, garip bir hüzne bulanmış ciddi bir kin birikirken yine araba sesi duyuldu. Kapanan kapı sesleri, neşeyle bağıran çocukların çığlıkları kulağına çalınınca kimseye gözükmemeye özen göstererek dışarı baktı.

Eskiden, başlık parasıyla bin liraya alındığı için "Binlik" lakabıyla anılan Zehra otururdu yeni gelenlerin gittiği eve. Başlık parasının hakkını ödemeye zaman bırakmadığı kocası ise biri kucağında, biri karnında olmak üzere iki çocuk bırakıp ölüvermişti gencecik yaşında.  

Ergenlik döneminin en renkli fantezilerini Zehra ile kurduğu hayaller oluştururdu. Dar kazağında beliren dolgun göğüsleri, dul olmasıyla birleşince evliliğe değin planlar yapıp sabaha ıslak bir donla uyanırdı. Uzun süre utanıp kendinden nefret etse de yemek gibi, su gibi elzem olan bu ihtiyacını gidermek için daha uygun bir hedef bulamazdı. Anasına onunla evlenmek arzusunu diyecek olduysa da tersleneceğini bildiği için hiç demedi.

Zaman, yaşantıya dökülememiş bu tasarılarla birlikte Zehra'yı da kazanında eritmişti; Zehra'ya yuva olan kestane ağacı ve taş karışımı evini de. İki katlı, dış kapısının üstü alçı süslemeli, zengince bir ev dikiliydi şimdi orada.

Gümüşi renkli, yüksek modelli yeni bir araba yolun ucundan boynunu uzatıp da Cevdet'in evinin kenarında duruverince geçmişi düşünmeyi bıraktı. Eskiden Cevdet'in kendi arsasıydı orası. Belki hala onundu ama büyükçe bir ev peyda olmuştu üzerinde. Gencecik bir kadın indi ön koltuğundan, sarı saçları zarifçe boynuna dökülmüş, gözlerindeki yol yorgunluğu ise güzelliğine gölge düşürmemişti. Çocuklar izledi onu ardı sıra, pek yaş aralığı olmayan üç çocuktu. Ardından uzun boylu, atletik vücutlu, giydiği tişört terden üzerine yapışmış bir adam arabayı park edip eşyaları boşaltmaya koyuldu. Hiçbirini tanımıyordu Cevdet, yüreği hemencecik yanlarındaydı hâlbuki. Onlarla nefes alıp onlarla yürüyordu. Öyle ki küçük çocuk ağlarken eşlik ediyordu ona, ama uzaktı; derin bir çekingenliğin salık verdiği anlamsız boşlukta bakakalıyordu yalnızca.

"Hele bu akşam geçsin." dedi kendi kendine. "Hele bu akşam geçsin, sabahtan çalarım kapılarını, yol yorgunudurlar şimdi."

Geçmek bilmedi o akşam, eski kanepenin gıcırtıları içinde merak ve heyecan kemirirken yüreğini, uyku tutmadı Cevdet'i.  Gözleri düşünceyle uykuya dalıvermişti ki sabah ayazında sesler duyuluverdi yoldan. Hemen baktı yırtık tüllerin arasından. Cami yanına yürüyordu insanlar, belli ki o yatınca yeni yeni aileler gelmişti köye. Sarışın kadın da üç çocuğu ve kocasıyla yoldaydı. Sabah uykusu yürümelerinde eşlik ediyordu onlara. Cevdet: "Nasıl olsa caminin oraya gidiyorlar, orada buluşuruz." diyerek arkalarından ilerledi.

Öyle de oldu,  rüzgârın etkisiyle ağaçlar saçlarını savururken sarışın kadın mezarlıkta durdu. Önce kocası açtı uzun, kemikli parmaklarının şekillendirdiği biçimsiz ellerini. Çocuklar da taklit etti onu bilinçsiz bir bilgelikle. Ne için avuç açtıklarını bilmiyorlardı, ne diyeceklerini bilmedikleri gibi. Cevdet de umutla adımlıyordu yanlarına. En küçüğü merakına yenik düşüp indirdi minik parmaklarını. "Bu kim?" diye sordu diğerlerinden daha eski olmasına rağmen daha gösterişli olan mermer mezarı göstererek.

Kadın, büyük bir hassasiyetle kucağına aldığı çocuğa mezarı daha yakından bakıp söyleyecekken Cevdet geldi. Mezarda kendi adı ve soyadının yazılı olduğunu görünce ürperdi, neyse ki diğerleri onun varlığından habersizdi.   

Demir