Her birimiz, kendimizi çevreleyen belirli düşünce kalıplar içinde dünyaya geliyoruz. İnsanların çoğu bulunduğu sosyo-kültürel çevrenin üzerlerinde oluşturduğu kalıbı kıramadan tıpkı bir sürü gibi yok olup gidiyor.

İşte bu kültürel dayatma; sorgulanmayan, öğrenmeyen, kendisi dışındaki en ufak fikri tehdit kabul eden kutuplaştırıcı bir toplumun da zeminini hazırlıyor. Dolayısıyla toplumsal bilinçsizlik huzursuz bir ortamın oluşmasında en büyük etkenlerden biri oluyor. Özellikle dini dogmalar ve ırka dayalı söylemler insanlara huzurlu bir nefesi imkânsız kılarken arkasında kan, ölüm ve vahşetten başka bir şey bırakmıyor.

Hadi diyelim ki dünyaya tek bir din ya da ırk egemen oldu. Eşitsizlik, adaletsizlik, yolsuzluk son bulacak mı? Cevabı aynı dine ya da ırka mensup ülkelerin birbiriyle yaptıkları savaşlara bakarak bulabiliriz.

Orta Çağda İngiltere Kralı Edward’ ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle ortaya çıkan Yüzyıl Savaşları’ ndan başlayabiliriz mesela. Fazla uzağa gitmeye de gerek yok. Hemen yanı başımızda yıllardır irili ufaklı mezhep savaşları yapılıp da binlerce insan ölmüyor mu?

Bu noktada bir Müslüman ya da Hristiyan: "Onlarınki yanlış, o yüzden bu savaşlar oluyor." diye tepki verebilir.  Tam da bu tepki savaşların tetikleyicisi.

Belki yüz hatta bir kilometre ötede doğsaydı onlarınki doğru olacaktı çünkü. Bu sefer karşı olduğu düşünceyi savunmak için canını dahi verebilecekti.

Kuzey Kore ve Güney Kore aynı geçmişe, ortak kökene sahip olmasına rağmen her an birbiriyle savaş yapabilecek halde birbirine düşman.

Aslına bakılırsa insanların birbirlerini öldürmesi için temel etken ne din ne de ırksal düşünce etkilidir. Bunlar işin bahanesini oluştururlar. Esas olarak saldırganlık, yağmacılık, hükmetme, üstünlük kurma, sömürme vb. ilkel insan güdüleridir sebep. Senden farklı olanı tehdit olarak algılamaktır. Din ve ırk kılıfıyla yapılan savaşlar da eğitimsiz beynin açığa vurmasının sonucudur.

Sekülerlik ağırlık kazanıp da evrensel bir toplumsal bilinç oluşursa insanlar bu temel güdüleri dizginleyip dini ve ırksal saçmalıkların da üstesinden gelerek uluslararası refah ortamı yaratabilirler.

Denilebilir ki: "Huzura giden yol dini ve ırksal saçmalığı alt edip kendini dizginleyebilen bilinçli zihindir."

İnsanların refah ve huzur içinde yaşaması için dini dogmaların, kültürel kalıpların ve ırksal dayatmaların da ortadan kalkması gerekiyor. Zaten bunların üstesinden gelen kişi büyük ihtimalle kendine ait yapıcı bir ahlaki düşünceye de sahip olacaktır.

Teknolojik birikimle birlikte doğal şartların üstesinden gelip kendine yetebilen insanların, gözü kapalı bir şekilde ölüme koşması dünyanın olgunlaşmadığının da apaçık göstergesi.

Umarım bu olgunlaşma sürecinde fazla beklemeyiz. Çünkü hazır olda bekleyen bombalar, gezegenimizdeki en akıllı canlının kendi türünü ve diğer canlı türlerini defalarca yok edebilecek güce sahip.

Peki ya diğerleri?

Yani; her türlü dogmayı nesnel bir şekilde eleştirip inanç sahibi olmayanlar, kendilerini o çevreye ait hissetmeyenler, herhangi bir yeri yurt ya da vatan kabul etmeden özgürce tüm dünyayı ortak hissedenler.  Belki de bu satırları okuyan siz, iyi ki varsınız ve umarım artarsınız. J

Saygılarımla, esenlikler dilerim.

Demir
"KOŞULSUZ SEVGİ", "koşulsuz aşk" veya benzeri kavramları gündelik hayatta kullansak da hiçbir sevgi, aşk veya genel bir tanımla duygu dediğimiz zihinsel faaliyet, karşılıksız veya koşulsuz değildir, olamaz.

Bırakınız karşımızdakinden normal bir  sevgi beklemeyi, koşulsuz sevgi göstermek bile tatmin olmamış duyguların "tatmini" içindir. Çünkü bu türden duyguları yaşamak demek, kendi başımıza üstesinden gelemediğimiz, tatmin eksikliğinin, başkası tarafından karşılanması/giderilmesi ihtiyacıdır. Aksi halde, kişi böyle bir hissiyata girmez, daha doğrusu beyin, kişiyi, kişinin iradesi haricinde böyle bir hissiyat içine itmez, zihin, duruma "nötr" olarak bakardı.

Dolayısıyla "seni koşulsuz seviyorum", "size sonsuz saygım var" vb. çoğaltılacak sevgi, saygı, aşk örnekleri, kişinin, kendisine yönelik tatmin olmamış duyguların tatmini içindir. Bu anlamda, bir annenin çocuğunu sevmesi bile koşulsuz değildir. Özet olarak, birisini seviyor olmak, ona saygı göstermek, karşımızdaki için görünse de, temelinde kendimiz içindir.

Daha açık söylemek gerekirse, aslında, sevmemiz, saymamız vb. davranış ve düşüncelerimiz karşılığında örtük dahi olsa mutlaka "koşul" vardır. Koşulun karşılığı olarak, tatmin bekleriz. Koşul yoksa, tatmin olacak duygu da yoktur, buna bağlı olarak sevgi, saygı gibi davranışlar da yoktur. Hemen açıklayalım ki, "sevgi, saygı yoktur" ifadesi ile, sevgisizliği, saygısızlığı ve benzer olumsuz duygular değil, nötr bir durum kastedilmektedir. Söz gelimi, kalabalık bir caddenin kaldırımında, yanınızdan geçen herhangi bir kişiye sevgi duymazsınız, sevgisizlik de duymazsınız, duygusal olarak nötrsünüzdür.

Başka bir örnek, çevresindekilere devamlı olarak yardım eden kişiler gösterilebilir. Bu kişiler yardımlarını "hiçbir karşılık beklemeden" yaptıklarını düşünseler de, gerçekte, çevresindekiler tarafından hissedilerek "kendi varlıklarının" onaylanma ihtiyacını giderme çabasıdır. Bu tür karşılıksız fedakarlığa altruism diğer adıyla diğerkamlık ya da özgecilik denir. Bu tür davranışlar patoloji yani hastalıklı davranış olarak değerlendirilir.

Keza, bu patolojilerden biri de halk arasında "kara sevda" olarak bilinen yaklaşımdır. Bu türden sevgi ve aşk yaklaşımları yine patolojik olarak değerlendirilen "bağımlılık" gösteren davranışlardır. Bağımlılık demek, mevcut gündelik problemlerinin çözüm kararı için  "duygusal" anlamda üstesinden gelemeyen kişilerin, muhakkak, bu problemin çözümü, için karşı tarafın varlığına her daim ihtiyaç hissetmesidir. Halbuki sağlıklı zihin için, bağımlı olmak değil "bağlı" olmak önemlidir. Bağlı olma mekanizmasında önemli olan, karşısındaki kişi (bağlı olduğu kişi) her zaman yanında olmasa da, sağlıklı karar alabiliyor olmasıdır. Şu halde, Leyla ile Mecnun hikayesindeki  Mecnun'un sevgisi, düşünüldüğü gibi, gerçek sevgi değil, hastalıklı yani patolojik bir zihnin göstergesidir. Dolayısıyla, Mecnun misali zihnin sevgi anlamında gösterdiği bu faaliyet sonucu, beyin kimyası (gerek beyindeki nöronlar arası bağlantılar gerekse nörotransmitter denilen, sinir hücreleri arasındaki bilgi iletmede görev alan kimyasalların dengeleri) kalıcı olarak bozulur ve geriye, duygusal anlamda, kişinin kendisine yetemeyen hasarlı bir beyin bırakır.

Yukarıda  örneklerini verdiğimiz, tatmin olmamış duygular nedeniyle beynimizde "acı çektiğimiz" yer, her iki beyin yarımküresinde, şakaklarımızın hizasında ve biraz derinlerde yer alan İNSULA isimli beyin bölgesidir.

Aşık olup da karşılığını görmediğimiz zamanlar, çerçeve yazıda ifade edildiği gibi veya bir şeye değer verip de, o değerin karşılığını alamadığımız ve benzer durumlarda, bize acıyı hissettiren yer, burası, diğer adıyla insuladır.

Çerçevedeki yazı, kişinin karşısındakinden veya çevresinden bekledikleri ile gerçekte karşılaştıkları arasındaki davranış veya düşüncenin, tatmin eşliğinin altında kalması, daha açık lisanla beklediklerini bulamamasının kişide yarattığı hayal kırıklığı, öfke ve kızgınlığı dolayısıyla bunun verdiği acıyı anlatmaktadır. Buna früstrasyon adı verilir. Buradan da şu anlam çıkar ki, kişi, en azından hayal kırıklığına uğradığı konu hakkında, çevre veya kişiye kısmen de olsa bağımlı hale gelmiş demektir. Aksi bu durumu daha çabuk tolere ederdi diyebiliriz.

İlginçtir ki, aşk acısı çektiren yer ile, parmağımızı bir yere kıstırdığımızda hissettiğimiz acıyı oluşturan yer aynı yerdir. Yani insuladır. İşte, yukarıda bahsedilen nötr ifadesinin karşılığı insula ve bağlı diğer beyin mekanizmalarında ortaya çıkar. Yukarıda kalabalık caddede, yanınızdan geçen kişiye nötr davranıyor olmanız demek, insulanın ve bağlı diğer beyin organellerinin, yanınızdan geçen o kişi için faaliyette olmadığı, tepki göstermediği anlamındadır. Eğer, sevdiğiniz veya sevmediğiniz bir kişi geçseydi, insula tepki verecekti.

Nihayetinde bir kediyi seviyor dahi olsak, kediyi mutlu ederken, kendi duygularımız da tatmin olur. Hatta, bir çiçeği severken dahi aynı duygu mekanizması çalışır. Aksi halde, yukarıda da ifade edildiği gibi, kişi o olaya/kişiye/şeye karşı "nötr" olurdu.

Garip ama gerçek.