Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, on dakika sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, az sonra o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir.

İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukarıdan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun… İşte saniyenin o dörtte biri olan süre en korkuncudur… Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncemi.

Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp ya da yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın, dünyada eşi olmayan bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup üzerine ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı ere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra “Hadi git, bağışlandın” denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu… Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!

Budala,
Fyodor Dostoyevski
 Unutmayı Unutmak

Unutmanın kendisi unutulduğunda, her şey hatırlanacaktır. Geriye hatırlanmayacak tek bir şey kalacaktır: "Unutmak". Unutmak hatırlanmadığı için her şey hatırlanamamış olacaktır. Kişi, sürekli olarak tek bir şeyi hatırlamak isteyecektir: Nasıl unuttuğunu. Ancak o aşamada esasen bir unutma içinde olacaktır. Tek bir şey dışında her şeyi hatırladığını sanan bu kişi, hatırlamaya çalıştığı şeyin unutmak olduğunu hatırlayınca, aslında "unutmak" eylemini unutmadığını fark edecektir. Çünkü "unutma"yı unutmuştur.

Hatırlamayı Hatırlamak

Paradoksun bu diğer kanadının daha karanlık olduğunu söylemek gerekir. Elimizin içinde her şeyi bilen bir varlık olsun. Bu varlığın bir şeyleri hatırlaması söz konusu mudur? Neyi hatırlayacaktır? Her şeyi bilmek, hiçbir şeyi unutmamak anlamına mı gelir? Eğer öyleyse bir şeyi bilmek, onun hatırda olması demek olmalıdır. Hatırlamak bilinenin yüzeye çıkması ise, öğrenilmiş hatta edinilmiş olsa dahi hatırlandığı ana dek hiçbir şey bilinmiyordur denilebilir mi? Küçük bir girişten sonra kafalar karıştığına göre, bu kısmı biraz açalım.

Neredeyse hiçbir insan, hayatının 91. gününün öğleden sonra saat 16:28’i gösteren noktasında dünyada tam olarak nerede bulunduğunu ve ne yaptığını dış bir destek olmaksızın hatırlayamayacaktır. Buna karşın “ilk yaşımızda hangi şehirde olduğumuz” gibi yüzeysel bir bilgiyi genellikle bir şekilde bilir ve anımsarız. Bu çok makro bir bilgi olmakla birlikte bilgide detaya inildikçe hatırlamanın güçleşmesi beyinde uzun süreli belleğin verileri depolama üslubuyla ilişkilidir. Bilgiyi işlemleme kuramı kabullerine göre, beyinde yeni bilgiler daima eskileriyle etkileşime sokularak kaydedilir ve işleme alınır. Şöyle ki, bir dağ bisikletinin efor sürüşü tekniklerini öğrenebilmeniz için bisiklet kavramına dair temel pedal prensiplerini biliyor olmanız gereklidir. Bir dağ bisikletine bindiğiniz anda bu bilgiler belleğin ana basamaklarından olan işlemsel / işlevsel bellekten (working memory) seçilerek ön plana çıkacak ve aktive olacaktır. Bu aktivasyon, içlerinde elektrokimyasal veri iletimleri gerçekleşen nöronların kolonal halde işbirliğiyle çalışması ve çok alanlı bir etkileşimle olmaktadır (Beyinde yaklaşık olarak yüz milyar sinir hücresi bulunmakta ve her bir sinir hücresi ~15.000 başka sinir hücresine ağ formunda bağlı haldedir).

Bisiklet sürmeyi biliyoruz. On yıldır bir kez dahi bisiklete binmemiş olalım. Ancak çocukluğumuzda çokça sürdük ve pratiğimiz var. Şimdi ise bir dağ bisikletine, hem de ilk kez olmak üzere bineceğiz. Hemen bisiklet dinamiğine ilişkin (elbette çocukluk bisikletimize ilişkin bilgiler) omuriliğimizde kayıtlı motor hareketleri yüzeye çıkaracaktır. Dağ bisikletine ilişkin tek bilgimiz, deneyimlediğimiz küçük bisiklet mekanizması ve ona ilişkin kurallardır. Ancak bu kuralları bile uzun zamandır kullanmamıştık. Peki o ana dek temel pedal prensiplerini “hatırlamıyorduk” diyebilir miyiz? Örneğin üç sene önce bir ağustos akşamı limonata içerken de bisiklet sürmeyi biliyor muyduk? Kritik nokta şu: Gün yüzüne çıkamadığı müddetçe bir bilginin değeri nedir? Körelerek tamamıyla yitirilen sayısız bilginin de varlığı dikkate alınırsa, hiç hatırlanmayacak olan bir şeyin bellekte varlığı ne ile tanımlanmalıdır? “İnsan hatıralardan ibarettir.” aforizmasına akla geliyor. Akla geliyor mu dedim?

Başka bir örnek daha. Elli yıl boyunca oyuncaklarını bir kez dahi görmemiş ve yarım asır sonra odasını toplarken yatağın altındaki oyuncaklarını bulmuş birini düşünelim. Oyuncakları arasında da turuncu bir araba görmüş olsun. Bu kişi, hayatının geride kalan elli yılı boyunca bu arabayı görmemiş, üzerine tek bir şey düşünmemiş, arabayı ona anımsatacak hiçbir dil bağlamı içinde bulunmamış olsun. Şimdi o gün öyle bir şey oluyor ki, yatağının altından çıkardığı turuncu oyuncak arabası, onu tam elli yıl öncesine ışınlayan bir tüpe sokuyor adeta. O oyuncağı nasıl oynadığını, o yaşlarını ve diğer oyuncakları arasında onu ne kadar çok sevdiğini yoğun bir şekilde anımsayabilir. Elli yıldır üzeri bir defa bile açılmamış bir anılar demeti, yaşlı bir zihni tüm canlılığıyla kuşatabilir. İşte özünde beyinde tetiklenen bu şiddetli anı çağırma impulslarının (itkilerin) sebebi amigdaladır. Beynin her iki yarıküresinde bulunan, ismini bademden alan ve badem biçiminde fakat biraz daha büyükçe bir beyin bölgesi olan amigdala, tehlike, öfke, şiddet, coşku, korku gibi kuvvetli hormonal dönüşümlerin denetimini sağlayan ve duygudurum kayıtlarına ilişkin anılar dahi oluşturabilme potansiyeline sahiptir. Özellikle ağır fiziksel veya psikolojik travmalarla birlikte kayıtlı olayları hatırlama eyleminin önemli bir bölümü amigdala aktivasyonları sayesinde gerçekleşmektedir. Şimdi bu kısa bilgilerden sonra sorumuza geri dönebiliriz. Bu yaşlı kişi oyuncağını bütünüyle unutmuş muydu? O yatağın altına bakmasa belki de turuncu arabası onun için asla var olmayacaktı. Çünkü bu tarz öznel anılar kolay kolay başkaları tarafından hatırlatılamazlar. Doğrudan zihne düşemeyeceği gibi, birinin ona “senin turuncu bir araban vardı” gibi bir tümceyi  yöneltmesi çok zor olacaktır. Yıllar içinde defalarca oyuncak arabalar görmek, hatta turuncu olanlarını görmek dahi bu anıyı ortaya çıkarmayabilir. İyi düşünün, hepimizde belleğimizin derin kuyularına çoktan gömülmüş olan sayısız nesne, kişi ve olay bulunduğunu fark edeceksinizdir. 

Ontolojik tartışmaların önemli bir kısmının temelinde, algılanan obje veya kavram algılanmadıkça, o objenin süje için var olmadığı görüşü yatmaktadır. Buna göre bir şekilde bilgisine erişemediğim bir dağ, benim için hiç var olmamıştır. Hatırlanmayan şeyler hatırlanana kadar var olmazlar diyeceksek, yazının en başına dönmenin vakti geldi de geçiyor belki de: Tanrı-lar.

Her türlü konuda her şeyi bilen, bildiğini bildiren, bilmediği hiçbir şey olmadığı ve hatta ‘bilmek’ eyleminin başlangıcını dahi bildiğini iddia eden tanrılarımız. Basit bir çıkarım sonucunda bu her şeyi bilen tanrının, varoluş kavramı öncesini dahi bilmek zorunda olduğu, varoluşun geleceği ve dahası biteceği noktayı da bilmesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Bu kadar devasa bilişler içinde süzülen bu tanrı yığını için sorgulamaya değer bir şey var. Tanrı bir şeyi hatırlayabilir mi? Hatırlamak unutmuş olmayı şart koşan bir eylemse, tanrı bir şeyi hatırlamak için önce onu unutmak zorundadır. Tanrının unutacağı bir nesne, kavram veya olay nereye gidecektir? İşte bu soruların içinde düğümlenen an: Hiçbir şeyi unutmuyor olmak, hiçbir şeyi bilmiyor olmaktır. Bilinen, doğası gereği unutulmak (en azından detaylarını kaybetmek) zorundadır. Bu konuda genellikle tanrısal mertebedeki bilme ve bilişin, insanın pozitivist mekanik bilişi üzerinden açıklanamayacağı ; tanrının bilime, biyolojiye veya nörolojiye sığmayacağı söylenegelir. Ama ne hikmetse tüm mucizeler bir hatırlatma-dır. Tanrı sürekli olarak insanlara insan anatomisi çerçevesinde hatırlatılır ve bu, materyalist evrene bağımlı bir hatırlatmadır. Savunulan şey bu denli kutsal, bu denli olağanüstü ve materyalötesi olarak betimlenirken onunla bağ kurma yollarının (fiziksel eylemlerin sevap-günahlara denk gelmesi, fiziksel eylemlerle yapılan ibadetler, fiziksel bir enerji olan ses ile dua etme, kalp gözü veya erme sanılan ancak aslında beyin zarında düşünce itkileri ve impulslardan ibaret olan ‘kendini tanrıya adama’ vb.) tamamı gayet de materyalist dünyayı açıklayan, ancak bu düzlemin inceleme aracı olan gerçekliklerdir. Varoluşumuz gereği veya değil, kaçınılmaz veya tercihen; eğer kutsal olan materyal yöntemle açıklanıyorsa o bir materyaldir. Kutsal olan her şekilde materyaldir çünkü bizzat dil, ve onu oluşturan ses fiziksel bir olgudur. Moleküller havada salınır ve titreşirler. Tanrı, özünde sesle övülür. Tanrının hatırlanarak yad edilmesi, zikredilmesi, bu seslerden beyindeki eylem tasarılarına kadar ezelden beri materyal olmuştur. İşte tanrı fikri. İnsanın fizikötesinde olduğunu iddia ettiği şeyi fizikle açıklama gayretinin bitmek bilmez çilesi. İman eden bir kimse, kutsal olan ile kurduğu her ilişkide bu işlemlerin hammaddelerini aklına getirebilirse en azından fizik tanrısını memnun edebilecektir. Bu arada yine aklına getirmek mı dedik?

Öyle ki sapiens sapiens, kendisini tanrının yatağı altında unuttuğu fakat bu kez sonsuza dek bulamayacağı turuncu oyuncak arabası olarak düşlediği anda gerçek tanrıyı hatırlayabilecektir.

Buranuna
Bu yazı, Buranuna'nın blogda yayımlanan ilk yazısıdır. Kendisine hoş geldin diyor, birlikte daha nice ve uzun çalışmalar diliyoruz.
1993 yılında HBB televizyonunda yayınlanan, Erhan Akyıldız'ın yapımcılığını ve moderatörlüğünü yaptığı Yüksek Tansiyon programında karşı karşıya gelen Aziz Nesin ve Abdurrahman Dilipak, Salman Rüşdi'nin o dönem yasaklanan Şeytan Ayetleri adlı kitabı üzerine ve bir kitap yasaklamanın ve hatta İran'da gerek Rüşdi'ye gerek bu kitabın başka dillere tercümesini gerçekleştiren isimlere karşı ölüm fetvası vermesi hakkında karşı karşıya geliyor ve Nesin, İslamcı bakış açısının baskıcı yanını ifade ederken, Dilipak ise bu kitap ve benzeri girişimlerin İslam'a karşı yapılan bir saldırı olduğunu belirtiyor.

Çok iyi bilindiği üzere, 2 Temmuz 1993'de içlerinde Aziz Nesin'in de olduğu ama onun şans eseri kurtulduğu Sivas Katliamı gerçekleştirilmiştir. Oteldeki aydınları öldürmek isteyen gericilerin temel argümanlarından biri, yine Şeytan Ayetleri kitabı, daha doğru bir ifadeyle, onun Türkçeye çevrilmesine karşı olan öfkedir. İşte bu yayında, Nesin böyle bir öfkeye ve katliama gebe olan ve yasaklayıcı, baskıcı, başkalarını öldürmeyi kendine hak gören ideolojik veya dinsel bir tutumun ne denli yanlış olduğunun altını çiziyor.

Her ne kadar bir ateist ile bir şeriatçı karşı karşıya gelmiş olursa olsun, artık televizyonlarda göremeyeceğimiz bir anlatma-dinleme üslup ve saygısı oldukça dikkat çekicidir. Öte yandan, farklı fikirlerin ifade edilebilmesi, hele ki İslam karşıtı sözlerin sarf edilebilmesi ifade özgürlüğü kapsamında aslında ne denli geriye gittiğimizin de bir başka açık göstergesidir.



Hayyam
Birlikte yaşamaya çalışırken ortaya çıkan “ahlak” olgusuyla ilgili hep “Ahlak bilime dayandırılamaz” denildi. Peki, neye dayandırılır? Bu sorunun cevabı yok ve bu anlayış kesinlikle doğru değil. Çünkü “Ahlak bilime dayandırılamaz” demek, aynı zamanda “Ahlakın hiçbir temeli yoktur” demektir.

Peki, ahlakın temeli din olabilir mi? O da mümkün değil, çünkü din başka bir adamın lafıdır. Birileri çıkmış, o dinin otoritesini sağlamak için bir şeyler söylemiş. “Bana bunu birileri söyledi, bizi yaratan söyledi” demiş. Peki, bu birileri bunları bana niye söylemiyor? Bu yaratan bu kadar güçlüyse niçin bir elçi kullanıyor? Hepimize tek tek söylesin rahat edelim. Dolayısıyla dinin ahlakın temeli olması söz konusu değildir. Gazali, “Nedenselliği temellendiremiyoruz, o zaman vahiye inanalım” derken ve nedenselliği temellendiremezken, vahiy dediği şeyin de nihayetinde bir adamın lafı olduğunu düşünmüyor; peki bu lafa nasıl inanıyor? Kendi gözüyle gördüğünü temellendiremiyor ve bir başka adamın lafına sığınıyor. Olacak iş değil bu. Ben tanrının elçisiyim, ruhlarla konuşuyorum, gökyüzünden mesaj alıyorum, tanrının oğluyum vs. Bunları bugün söyleyen biriyle karşılaşıldığında ilk yapılacak iş bir psikiyatrı aramak olur. Zaten aklı başında insanlar bu tür iddialarda bulunanlara artık akıllı bir insan muamelesi yapmıyorlar. İlk Çağın büyük medeniyetinin temsilcisi Roma’da da bu böyleydi. Mesela Judea’nın Roma genel valisi Pontius Pilatus da, İsa’ya öyle muamele etmiş, kendisiyle akıl çerçevesi içinde bir anlaşmaya varmanın mümkün olmadığını görerek eyaletteki asayişin zarar görmemesi adına onu Yahudi cellatlarına teslim etmiştir.

Bence güzel bir noktaya geldik. Peki, Yunan’da neden peygamber çıkmıyor? Her ne kadar birkaç peygamberlik heveslisi olmuşsa da orada da, Yunanlı, “Bak kardeşim bu dediğin zırvalık vs.” diyerek bu iddiaları reddetmiş. Yunanlının bu peygamberlere zırva diyebilmesinin sebebi, Yunanlının ilk bireysel eleştiriyi icat etmesiyle ilgilidir. Bireysel eleştiriyi icat eden, daha doğrusu bunu sistemli bir hale getiren bu insanların kim olduğunu biliyoruz: Thales ve Anaksimander. Bunların şöyle bir iddiaları var: “Fırtına çıktığı zaman Zeus yaptı diyoruz, deprem olduğu zaman Poseidon yaptı diyoruz, bunlara mani olmak için Zeus’a büyük boğalar, Poseidon’a atlar kurban ediyoruz ama bu felaketler durmuyor. O halde bu işte bir keyfilik var. Sağlık tanrısı Asklepios bazı hastaları iyi ediyor, bazılarını etmiyor. Sokrates ölüme giderken; “Ben bu hayat denen hastalıktan kurtulduğum için Asklepios’a bir horoz kesiverin” diyor. O halde, “Horoz kesen ile kesmeyen arasında bir fark olmadığına göre, ortada keyfi bir durum var.”

Thales, Mısır seyahatinde müthiş bir keşifte bulunarak, Nil Nehri’nin baskınlarına mani olabilmek için kadastro ustalarının benzer üçgenler gibi belirli kurallar dahilinde hesap yaptıklarını görmüş. Kadastro ustalarına bildiklerini nasıl öğrendiklerini sormuş, “Ustalarımızdan” cevabını almış. “Peki bunun bir kitabı yok mu?” diye sormuş, “Yok” demişler. Thales burada şunu fark ediyor: “Bu ilişkiler her yerde doğru, nerede benzer üçgen varsa aralarındaki ilişkiler aynı. Kesin bir doğruluk var ve tanrıya sormadan bunları kendi başımıza öğrenebiliriz. Demek ki, tanrılara kurban vermeden, tanrılara yakarmadan gerçeğe ulaşabiliyorum.” Çok büyük bir keşif bu. Teoremleri ispat etmeye başlamış ardından. Sonra arkadaşı Anksimander’le birlikte, “Öteki soruları da böyle cevaplandırabilir miyiz?” sorusunun peşine düşmüşler. Fırtına niye oluyor, deprem niye oluyor, insanlar niye ölüyor? Sonra fark ediyorlar ki, bu soruların cevapları geometrik soruların cevabına benzemiyor, çok karmaşık bir sistemin gözlemine dayanıyor. Fakat sonsuza kadar gözlem yapmaları mümkün değil, dolayısıyla “Gözlem yapalım ardından da bu gözlemlerle tutarlı bir hipotez, varsayım ortaya atalım” demişler. Tesadüfen doğruyu bulabiliriz, bulamasak dahi varsayım, gözlemlerimizi yönlendirir, başka yerlere gideriz. Dolayısıyla ilk defa eleştirel bir güçle bilgi edinmeye başlamışız. 

Daha önce sorduğumuz gibi, ahlak buna dayanır mı, dayanmaz mı? Toplumu bilimsel olarak incelediğimiz zaman en önemli ve altın kuralın şu olduğunu görüyoruz: “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma.” Bu kural üzerine bir ahlak inşa edilmeye çalışılmışsa da bunun yetmediği görülmüş. Çünkü insan kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmamayı düşünüyorsa da yapmayı da çok istiyor. Bu yüzden ilave kurallar icat etmeye başlanılmış. Mesela, “O benim babamı öldürdüyse ben de gidip onun babasını öldüreyim” gibi. Bir adam birini öldürdü, o birinin ailesinden biri onun çocuğunu öldürdü, böyle devam eden bir kan davası ortaya çıkıyor. Mesela Tevrat buna izin veriyor: “Göze göz, dişe diş.” Bu, her ne kadar yanlış bir anlayış olsa da o dönem insanlarını tatmin ediyor. İnsan kötü bir işi ahlakın içine çekmeye çalışıyor ve bunu yaparken de arkasına Tanrı dediği hayali varlığın otoritesini alıyor. Ama sonra bunun da iyi bir yere gitmediği görülüyor ve değişik şekillerde sınırlamaya çalışıyorlar. “Babamı öldüren bu alçağı ben öldürmeyeyim, ama bir hakim öldürsün, hadiseler bizden bağımsız gelişsin,” ve böylece idam cezası icat ediliyor. Sonra bakıyorlar ki idam cezası da bir işe yaramıyor. Bu şekilde hukuk dediğimiz kurallar gelişmeye başlıyor. Hukukun ilk otoritesini hep dinler sağlamıştır. Fakat bunlar bilimsel temelleri olmadığı için insanları yanlış yere götürüyorlar. Mesela bir engizisyon mahkemesini düşündüğünüzde, suçlu olduğunu varsaydıkları bir kişiden işkenceyle itiraf alıyorlar, sonra da bunu yapan bir papaz olduğu için Allah söyletti diyorlar. Tabii böyle bir zırvalığın, böyle bir zulmün toplumda uzun süre kabul görmesi mümkün değildir ve olmamıştır da.

Celal Şengör,
Dahi Diktatör
Bir tanrı olduğuna gerçekten inanmıyorum -hatta bir tanrının olmadığına ikna oldum. Onun var olduğuna dair etrafta en ufak bir kanıt bile görmüyorum.

(...)

Başka bir takım insanlar nasıl olup da bildiğimi iddia edebildiğimi soruyorlar. "Bir tanrı(nın var) olmadığı inancı, tıpkı bir tanrı(nın var) olduğu inancı kadar mantıksız, kibirli vs. bir yaklaşım değil mi?" diyorlar. Buna yanıtım birçok nedenden ötürü hayır olacaktır. Birincisi, bir tanrı olmadığına inanmıyor değilim. Bunun inanıp inanmamakla ne alakası var, anlamıyorum. Dört yaşındaki kızım yeri kirletenin kendisi olmadığını söylediğinde buna inanırım ya da inanmam. Ben adalete ve dürüst oyuna inanırım. Ayrıca İngiltere'nin Avrupa Para Birliği'ne üye olması gerektiğine de inanıyorum. İşin uzmanı olan biriyle etkin bir şekilde tartışabilmek için uzaktan yakından ekonomist sayılmam ama bildiğim az bir şey, güçlü bir önseziyle de birleşerek bana kuvvetle bunun doğru seçenek olduğunu söylüyor. Kolayca yanılıyor olabilirim ve bunu biliyorum. 

Bu saydıklarım bana inanmak sözcüğünün meşru kullanımları gibi geliyor. Bununla birlikte, mantıksız kavramları, mantıklı sorulara karşı koruyan, dış kabuk görevi yapan bu sözcüğün sorumluluğunu yüklenmek durumunda olduğu pek çok fesatlık olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden tanrı(nın var) olmadığına dair bir inanç beslemiyorum; tanrı(nın var) olmadığına ikna oldum.

Douglas Adams,
Kuşkucu Somon, sf. 185-187
Current Biology'de yayımlanan bir araştırma, dindar ailelerce büyütülen çocukların ateist ailelerce büyütülenlere göre daha kaba ve daha az cömert olduklarını ortaya koydu. Ateist ailelerce büyütülen çocukların yabancılara karşı daha cömert oldukları görülürken, çocukların dindar ailelerce büyütüldükleri süre arttıkça giderek cimrileştikleri görüldü.

Araştırmacıların çocuklara başkalarına karşı davranışlarını ölçebilecekleri oyunlar oynattıkları ve benzer etnik gruplar, aynı okuldan çocuklar ve yabancılara karşı ne kadar paylaşımcı olduklarına baktıkları belirtiliyor.

Araştırma, dindar ailelerin kendi çocuklarını daha "duyarlı" ve "cömert" sandıklarını da ortaya koyarken, dindar ailelerde yetiştirilen çocukların başkalarını daha çok yargıladıkları ve onların cezalandırılmalarını daha çok istedikleri görüldü.

Araştırmanın ABD, Kanada, Ürdün, Güney Afrika, Çin Halk Cumhuriyeti ve Türkiye'den 1200 çocukla yapıldığı bildiriliyor. Çocukların büyük kısmının Hıristiyan, Müslüman veya ateist ailelerce büyütüldüğü, az sayıda Yahudi, Budist, Hindu ve agnostik ailelerden çocukların da bulunduğu ve çocukların yaşının 5-12 arasında olduğu aktarılıyor.

Haberi Aktaran: Sheldon Cooper
Demokrasiler çok çeşitli olabilirler. Ama temelde demokrasi, bir toplumu, o toplumdan aldığı yetki ile toplumun çıkarları istikametinde yasalar ile donatarak yönetmeyi mümkün kılan yönetim şeklidir. Toplum bu süreci döngüsel bir seçim süreci içinde sürekli denetler. Belirli aralıklarla yönetici seçimleri yenilenir ve halk o seçimlerde yöneticilere tabiri câizse “not” verir. Kötü not alan yöneticiler yönetimden uzaklaştırılırlar, iyi not alanlara tekrar yönetme yetkisi verilebilir.

Bir demokrasiyi yozlaştırmanın en emin yolu, toplumun not verme becerisini ortadan kaldırmaktır. Toplum verdiği notu aslında asla vazgeçemeyeceği bazı şeylerin kendisine ne derecede temin edildiği kıstasından hareketle verir. Aslında toplumların vazgeçemeyecekleri en önemli şeyin yaşam hakkı, sonra da kaliteli yaşam hakkı olduğu kesindir. Bir toplumun elinden yaşam hakkını almaya kalkan hiçbir yönetim yaşayamaz. Ama toplumların elinden kaliteli yaşam hakkını alan yönetimlerin çok uzun süreler yönetimde kaldıkları tarihte ender görülen bir olay değildir.

Halkın yaşam kalitesini düşürdükleri halde yönetimde kalan yönetimlerin başarı sırrı, halkın kaliteli yaşam kavramını değiştirebilmeleridir. Toplum için önemli olan, karnını sağlıklı olarak doyurabilmek, rahat bir mekânda yaşayabilmek ve toplum sınırları dahilinde istediğini yapabilmektir. Bunlara beslenme hürriyeti, konut seçme hürriyeti ve yaşam uğraşlarını belirleme hürriyeti diyebiliriz. Şimdi birisi çıkıp da, toplumun bireylerini bu yaşadıkları hayatın aslında geçici olduğuna, asıl yaşamın ölümden sonra (veya gelecekte) olduğuna, bu yaşamda beslenme, konut seçme ve yaşam uğraşlarını belirleme özgürlüklerinden yapacakları fedakârlıkların, bir başka yaşamda kendilerine faiziyle geri verileceğine inandırabilirse, toplum bireylerinin ekserisi bu üç temel özgürlüğünden seve seve vazgeçer. Yaptığınız fedakârlıklar güya sizin ileriye dönük yatırımınızdır, ama gerçekte bir başkasının beslenme, konut seçme ve yaşam uğraşısını belirleme hürriyetlerini alabildiğine genişletir. Toplum kaybederken, onu ikna edebilenler kazanır ve her kazandığında topluma bu kazancın aslında ortak olduğu masalını anlatır. Kendi zenginliklerini sayarak toplumun nasıl zenginleştiğini rakamlarıyla belgeler ve toplum bu görünür “başarıdan” kendinden alınanların hesabını sormayacak kadar etkilenir.

Bu durumlarda, toplumlar kendilerini aldatan yöneticileri ard arda seçmeye, hatta seçme haklarından tamamen vazgeçmeye bile hazır hale gelirler. Nazi diktatörü Hitler, Almanlara gelecekteki muazzam bir “Büyük Almanya'’ vaat ediyordu. Bu inanç uğruna 20 milyon Alman öldü, Almanya tamamen bir harabeye döndü, ama Alman halkı son âna kadar Hitler’in vaat ettiği mucizeyi bekledi. Orta Çağ Avrupası insanlık tarihinin en fecî sahnelerinden biridir. Bu sahnede halkın iliğini emen din adamları lüks içinde yaşıyorlardı. Sonunda 14. Yüzyıl’da (1348-1350) kara ölüm denen veba kıtanın nüfusunun yarısını götürünce Avrupalının aklı başına geldi ve kendisine satılan dinin koca bir yalan olduğunu anladı. Bu ve ondan iki asır önce cesur bir avuç keşişin (yani manastır papazının) gayretiyle ve imparator Friedrich Barbarossa'nın (1122-1190) desteği ile başlayan Kilise Reformu Rönesans’ın gerçek başlangıcıdır. Rönesans’ın Hristiyanlığa aşkettiği muhteşem tokat Hristiyanlığın etkisiyle çöken Roma’dan beri ilk kez Avrupa'nın üstünlüğünün başlangıcıdır.

Yozlaşan demokrasilerde yöneticiler, her reform çabasını halk düşmanlığı olarak yorumlayıp, reformcuları halk düşmanı ilân ederler. Onlar için özel mahkemeler kurulur (Nazilerin ve Komünistlerin özel mahkemeleri veya ABD’de McCarthy döneminin özel komisyonları gibi; bunların bazılarında temyiz hakkı .olmadığı gibi, ölüm kararları derhal infaz edilirdi), şüphelilere doğrudan hüküm giymiş tutuklu muamelesi yapılır ve özellikle bunların toplum önünde itibar kaybetmeleri için medya yoluyla propagandaya geçilir. Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne sataşmasının sonunda kendi politik sonunu hazırlayan Joseph McCarthy (1908-1957) denen alçağın ABD demokrasisinin vicdanında açtığı derin yaralar hâlâ unutulamamıştır.

Yozlaşan demokrasi, yozlaşma yöntemini gericiliğin desteklenmesi şeklinde seçmişse, irtica ile her mücadele orada rejim ve toplum düşmanı damgasını yer ve pek çok halde özel mahkemelerle normal hukuk sürecinin bile dışına taşınır (McCarthyism bunun çok güzel bir örneğidir). Bu durumdan kurtulmak, demokrasinin doğal sınırları içinde çok güçlü bir halk ve özellikle entelektüel vicdanın harekete geçmesini gerektirir.

Burada da tercih bizimdir. Ya harekete geçeriz ya da yozlaşmanın gelip bizi ya yutmasını ya da yozlaştırmasını bekleriz.

Celal Şengör
Aptalı Tanımak
Anlatacaklarım gerçek bir insanın başına gelmiş, gerçek bir olaydır ve söz konusu olan insan da benim. Bir trene yetişmeye çalışıyordum. Olay 1976’nın Nisan ayında İngiltere, Cambridge’de meydana geldi. Gara erken gelmiştim ve trenin kalkmasına daha zaman vardı. Kendime, bilmecesini çözmek için bir gazete, bir fincan kahve ve biraz kurabiye almaya gittim. Sonra bir masaya oturdum.

Sahneyi gözünüzün önüne getirmenizi istiyorum. Bunu kafanızda net bir şekilde canlandırmanız çok önemli. Masa, gazete, bir fincan kahve ve bir paket kurabiye. Karşımdaysa takım elbiseli, çantalı, son derece normal görünüşlü bir adam oturuyordu. Tuhaf bir şey yapacak gibi görünmüyordu. Bununla birlikte şöyle yaptı: Ansızın öne doğru eğildi, kurabiye paketini aldı, yırtarak açtı, içinden bir tane aldı ve yedi.

Şimdi, bunun, İngilizler için hiç de kolayca başa çıkabilecekleri bir durum olmadığını söylemeliyim. Bizim geçmişimizde, yetişme tarzımızda ya da eğitimimizde, güpegündüz kurabiyelerimizi çalan biriyle nasıl baş edebileceğimizi gösteren hiçbir şey yok.

Burası Güney Los Angeles olsaydı, ne yapacağınızı bilirdiniz. Hemen silahlar çıkar, helikopterler gelmeye başlardı, CNN falan, bilirsiniz işte… Neyse, ben sonunda her sıcakkanlı İngiliz’in yapacağı şeyi yaptım; görmezden geldim. Gazeteme bakmaya devam ettim, bir yudum kahve içtim, bulmacanın bir satırını çözmeye çalıştım. Ama bir şey yapamadım ve düşündüm; şimdi ne yapacaktım?

Sonunda düşündüm ki, bunun için hiçbir şey yapmayacaktım. Sadece harekete geçmeliydim; kendimi zorladım ve paketin gizemli bir şekilde daha önceden açılmış olduğunu farketmemiş gibi yaptım. İçinden bir kurabiye çıkardım. Bu onu kendine getirir, diye düşündüm. Ama hayır getirmedi. Çünkü bir iki dakika sonra yine aynı şeyi yaptı; bir kurabiye daha aldı. İlk seferinde konu etmemiş olmak, ikinci sefer konuyu açmayı daha da zorlaştırıyordu. “Afedersiniz, elimde olmadan dikkatimi çekti de…” Yani, olmuyor.

Böylece bütün paketi bitirdik. Bütün paket dediysem, zaten yalnızca sekiz kurabiye vardı, ama bana sanki bir ömür sürmüş gibi geldi. O bir tane daha aldı, ben bir tane, o bir tane aldı, ben bir tane. Nihayet bittiğinde ayağa kalktı ve yürüyüp gitti. Yani, aslında hemen öncesinde anlamlı anlamlı bakıştık ve sonra gitti. Derin bir nefes alıp rahatladım, arkama yaslanıp oturdum.

Bir iki dakika sonra tren yaklaştığında, kahvemin kalan kısmını yudumladım, gazetemi aldım. Ve altından kurabiyelerim çıktı.

Bu hikayede özellikle hoşuma giden şey şu: Son çeyrek yüzyıldır, son derece sıradan bir adamın İngiltere’de bir yerde tamı tamına aynı hikayeyle ortalarda dolaşıyor olduğunu bilmemin verdiği duygu. Aramızdaki tek fark, onun hikayenin son ve en önemli bölümünü bilmiyor olması.

Douglas Adams
Kuşkucu Somon, Kurabiyeler