"Her geçen gün daha fazla kendimize benziyoruz." Bazen ‘bir cümle’ bazense bir 'ah' dahi insanlığa dair çok fazla ipucu verebiliyor elimize. Fakat değerlendirmesini bilemiyoruz artık, düşünmekten yana korkularımız, sorgulamaktan yana şüphelerimiz var. Dayatılan sisteme boyun eğiyoruz, kendimizden önce toplumu düşünüyor ve geri çekiliyoruz. Bir çok konuda... Sonuç? Kendimize değil, korkularımızın esiri bir ruh'a bürünüyoruz.

Beş dakikalığına tüm kalıpları bir kenara bırakıp sahiden nasıl yaşamak istediğimize adım adım ilerlesek? Yalnızca benliğimiz aktif. O teyze böyle der, bu amca şöyle görür değil. Doğru olduğunu düşündüğümüz yolda tüm engelleri kaldırabilme olasılığımız varken neden bu hapsoluş?

Gündüz Vassaf'ın 'Ne Yapabilirim?' kitabından küçük bir alıntı:
Evrimimizin bir noktasında dinleri icat ettik.
Eksiklikleri varmış gibi dini olmayanlara dinsiz dedik.
İşkence ettik. Öldürdük. Sürgüne yolladık.
Türümüzün tarihi dinler resmigeçidi.
Dinler savaş meydanı.
Biri gitmiş biri gelmiş, dinler sıradanlaşmış.
Napolyon'un arkeologları olmasa Mısır'da tarihin en uzun ömürlü dinini bile bilmeyecektik.
Kimin, hangi dinden olduğu aileden gelme.
Ailenin hangi dinden geldiği?
Dinler öncesi hiçbir dinden.
Dinlerin ortaya çıkış amacı, avcı- toplayıcı kültüre sahip insanların yerleşik hayata geçmeleriyle, günlük ihtiyaçlarının artışı ve nüfus artışıyla süregelen zincirden ibarettir. Önce her kavramın çıkış noktasına değinmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kalıplardan kurtulmalıyız derken, bu yalnızca dinler değildir. Dünyaya, apaçık bir penceren bakabilmek varken düşünsel kalıplarımızla bakış alanımızı daraltmamız kendimize yapabileceğimiz en büyük haksızlıklardan olsa gerek. 

Tüm insanlık birdir. Hepimiz huzurlu, özgürce, haklarımızı savunarak yaşamayı yeğleriz. Özümüze dönünce hepimizin istekleri aynı doğrultudadır. Fakat araya din, siyaset, kültür çatışması vb. araçlar girdiği müddetçe önümüz sürekli kesilecektir. İşin sırrı araştırmakta yatıyor; 'neden? / niye?' diye sormakta...  Gerekirse yanlış'ı savunup, doğruya çabayla ulaşmakta... Tüm insanların aklını elinden geldiğince kullanabilmesi ve bilimi savunmaları dileğiyle.

Aleyna Duygu Tavşanlı
Bir şeyi ‘yapmak’ ve bir şeyi ‘yıkmak’ arasında fark var mıdır? Bu iki sözcük tamamıyla zıt kutuplarda ele alınmış ve dinamik günlük dil kullanımında kendi kaderlerine terk edilmişlerdir. Oysa bu iki eski ahbap, ortak bir noktada buluşurlar: Değişim. Tam bu noktada, gözlemlenen ve seyri betimlenmek istenen bir oluşun geçirdiği değişimleri ortaya koyabilmek için kullanılan oldukça eski bir ölçüm sistematiğine (aslında belki de zihnimizin bize oynadığı bir oyuna) değineceğiz: Zaman. 

Şunu çok açıkça belirtmeliyim ki bu yazının sonunda, okuyucunun zihninde birden fazla büyük soru, hatta oyuk oluşması amaçlanmıştır. Bu yüzden zamanı irdelemekteki temel gayem, oldukça geniş ve bir o kadar da işgalci kavramlara değinerek zamanı etraflıca ele almak ve onun en fazla ‘ne olabileceğini’ masaya yatırmaktır.

Zaman, evrimsel çizgide tarih öncesi dönemlerden bu yana tüm canlılar için yaşamın esaslarından biri olmuştur. İnsan ırkı da dahil olmak üzere ekosistemde hayvan ve bitki hücreli üyeler için acıkma-beslenme dönemleri, çiftleşme–üreme mevsimleri, gece ve gündüzü ayırt edebilme, yılın belirli dönemlerine göre birçok yaşam biçimi oluşturma, göçler, yaz ve kışa hazırlık (su kaynağı arama/besin depolama) gibi sayısız yönelim, zamana ve onu fark etmeye bağlı gerçekleşmiştir. Bugün yaşadığı çevrenin ve kendisinin en çok ‘farkında’ olan, en komplike ve en planlı davranışları sergileyebilen organizmanın insan olması, acaba onun yeryüzünde zaman ile en çok uğraşmış varlık olmasıyla ilintili olabilir mi?

Duran bir zaman bize neyi sunar?
İlk Çağda evren, çoğunlukla belirsiz ve anlamsız bir yığın iken kendisine şekil verilmiş bir tasarı (tam formuna erdirilmiş taslak) olarak düşünülmüştür. Platonun mutlak idealı tanrı dönemini de bu çemberde düşünebiliriz. Önceleri bir “The Creator” imajına sahip olmayan tanrı, Orta Çağda palazlanan Kilise doktriniyle artık yaratılan bir tözün mimarı olarak revize edilmiş ‘değişmez, mutlak yaratıcı’ sıfatlarına kavuşmuştur. Hemen birkaç soru daha doğacaktır: Ya tanrı? Tanrı değişir mi? Zaman, tanrı için işlemekte midir Tanrı zamanın dışındaysa zamana bağlı olan eylemleri nasıl gerçekleştirebilir? Eğer tanrı mutlak ve değişmez olan ise tanrı için zaman yoktur demek gerekmez mi? Varlık, değişim esasına dayanmaz mı? Kendisi için zamandan söz edemediğimiz bir kavram için ‘vardır’ denebilir mi? Varlığı ne ile sınanacaktır?

Değişim yoksa zamanın önemi var mıdır?
Bir tasarı, boyut ya da fenomen, nasıl ele alınırsa alınsın, zaman hiçbir dönemde basit ve alelade tasarlanabilmiş, sınırları çizilebilmiş bir fikir olmamıştır. Tıpkı sonsuzluk veya hiçlik ideleri gibi, zaman için sorulan sorular da daima son derece büyük sorular olmuştur. Erken 20. Yüzyıl fiziğinde, zamanın dördüncü boyut olarak ele alınıp alınamayacağı tartışılmaya başlanmıştır. Tarihsel seyrinde zaman algılarından bahsetmeden önce, materyal (somut) varlığın boyutlarından ilki olan noktaya değineceğiz.

Temel geometrinin bir uzunluğa, biçime veya ölçüye sahip olmayan birimi noktadır. Nokta, ayrıca sıfır boyutludur ve ölçümsel metrik sistemde herhangi bir aralığa veya değişkenliğe sahip değildir. Buradan, üç uzanıma sahip doğrunun oluşturacağı üç boyutlu nesnelerin tamamının orijinlerinin bu doğruları oluşturan noktalar olduğuna ulaşırız. Noktanın bu tersine döndürülemez temel ve öz yapısına karşın, doğada noktaların kombinasyonları ile oluşmuş iki ve üç boyutlu kurulumlardan söz edebilmekteyiz. Bu kombinasyonlar arasında üç boyuta sahip insan, varlığı dogmatik olmayan ve sürekli olarak değişen, kendi gibi üç boyutlu çevreleri doğrudan algılayabilen bir kurulumdur. Sınırlılıkları ise insanı dört boyutlu yapıları doğrudan algılamaktan daha çok onları tasarlamaya iter. İnsanın tüm zihinsel tasarıları, kültürünü üzerine kazıdığı dili ile kendini belli etmiştir. Bu kodlara bakacak olursak, yaşam süresi içerisinde insanın zamana ilişkin tasarlayabildiği en küçük ve durağan bileşen, dilde ‘an’ sözcüğüyle kendine yer bulur. Burada bu sözcüğe ilişkin esaslı bir problemden söz etmek mümkün. Doğum ve ölümümüzü bir süre olarak ele alırsak, insan bu en küçük bileşenlerden yani an-lardan meydana geliyor olmalıdır. Peki ‘an’ denen minimal birimi zamana dahil etmeli miyiz? Düşünen adamlar arasından ünlü bir tanesi bu soruya ‘hayır’ diyecektir: Aristoteles.

Zamanı, Aristoteles’in ekseninde yalnızca hareket ve değişim ile bağıntılı bir kavram olarak ele alırsak, Zaman Kavramı kitabında alıntılanan şu sözüne ulaşırız:
 “ …‘şimdiki an’ zamanın bir parçası değil, çünkü parçanın bir ölçüsü vardır, bütünün parçalardan kurulması gerekir, oysa zaman ‘şimdiki an’lardan bir araya gelmiş görünmüyor. Kaldı ki geçmiş ile geleceği ayırır gibi görünen ‘şimdiki an’ acaba hep bir ve aynı mı kalıyor, yoksa hep başka, hep değişir bir şey mi, bunu görmek kolay değil…”
– Aristoteles
Aristoteles, şimdinin ve akışkan zamanın çatışıklığını bu sözlerle ortaya koymuştur. Felsefede algı ve anlamaya yönelik en yaygın aksiyom, bir şeyi ‘anlayan, idrak eden’ insan ve onunla idrak edilen arasındaki süje-obje ilişkisidir. Buna göre objeler algılanan şeylerdir ve ancak onları algılayacak olan süjeler yoluyla var olurlar. Bu yaklaşım birçok platformda “Görmediğim dağ orada değildir.” şeklinde basitleştirilmiştir. Platon, bu göreceli bilmenin karşısında durarak, her kavramın süjenin algıladığı objelerden öte ve üstün değişmez bir ideaya sahip olduğunu, kavramlara ilişkin ‘gerçek bilme’nin ancak ve ancak bu idealara ulaşmak ile mümkün olacağını öne sürmüştür. Tam bu aşamada, Kıymetli öğrencisi Aristoteles ile hocası Platon’un ayrıldıkları noktalardan biri, belki de zamandı. Çünkü değişmez ideaları merkeze alan, tam bu sebeple materyal olanın birer yanılsama ve illüzyon olduğunu öne süren hocası Platon’un aksine Aristoteles, gerçek olana duyu ve mantık çarklarıyla ulaşılabileceğinden söz eden ilk kişi olmuştu. Bu iki düşünürün savları, algılayışlarında ortaya çıkmıştı: Aristoteles’in mantık savları, birbiri ardına işlem ve çıkarımları gerektiren, tümdengelim ve tümevarım gibi akıl metodolojilerini şart koşan, hatta Aristo Kıyası gibi düşünce tarihinde oldukça önemli bir yere sahip tasarılar halinde sıralı ve planlı düşünme edimlerini kapsamaktaydı. Öte yandan sıralı ve planlı düşünme, Aristoteles’in düşlediği gerçeğe ulaşma yöntemlerinde zaman veya akış gibi kavramların varlığını kaçınılmaz kılıyordu.

Zaman, zaman-dışı bir durgunlukta düşünülebilir mi?
Sicim kuramında zaman, varlığın belirli bir ‘zaman aralığı’ kadar önce, belirli bir noktadaki hali ile onun şimdiki (ele alınan rastgele güncel bir noktadaki) hali arasındaki bir doğru olarak kabul edilir. Doğrunun iki ucunda yer alan post noktadan, doğrunun diğer ucundaki meta (son) noktaya uzanan bir akış ise zaman içerisindeki vakit olacaktır. Buna ‘süre’ de denebilir. Dilimizde periyot, müddet, devre, dönem, devir, çağ, aralık gibi sözcükler bulunur. Bunların nüansları için ise başlı başına bir yazı gerekiyor. Zaman algılarından sonra şimdi geleceğimiz nokta, zamanın işlevidir. Üç boyutlu olan insan, dördüncü boyut olarak kendine entegre halde bulunan zaman yoluyla üç boyutlu halinin seyrini ve değişimlerini fark edebilir. Dolayısıyla zamandan bir tür değişim betimleme aracı olarak da bahsedebiliriz.

Bu bilgiler ışığında, yazının teması olan yapmak ve yıkmak eylemlerini ele alacağız. Özünde nesnenin zamana bağlı hallerini sunan bu iki sözcük, bizlere sürekli olarak yeni hal bildirir. Yukarıda çizmiş olduğum formülde, son derece asgariye indirgenmiş bir düşünce tarzı bulunmaktadır. X noktasında, dikkatimizi verdiğimiz bir “şey” bulunur. X’in üzerinden kaşınılmaz olarak zaman geçecektir. Artık X’in konumu uzay-zaman içinde X+z (zaman)'dır. Buna göre zaman, sonsuz bir kesinlikle değiştiricidir. Ya yıkacaktır, ya da yapacaktır. Önce genellikle olumsuz nitelikler atfedilen yıkmak/yıkılmak eylemini ele alacağız.

Zamanın ana niteliği, bize kendimiz de dahil olmak üzer varlıkların durumları arasında kıyaslama yapabilme fırsatı verir. Bugünkü X ile dünkü X arasında özlüğe ilişkin değişimler, zaman yoluyla ifade edilir. Bir şeyin yıkılışı, onun sıfır boyutlu X noktasındaki halinin X + z haline geçişinden başka nedir? En nihayetinde, varoluşuna eklenen tek şey zamandır. Bir cama bir taş fırlattığımız anda, camı kıran şey taş değildir. Onu kıran zamandır. Aslolan zaman değil de ‘an’ ise ne olacaktır? Bu noktada Zeno, Aristoteles’e yakın bir fikri, ondan çok önceleri ortaya atar. Hareket bir yanılsamadır. Ok paradoksunu, az önce cama attığımız taşa uyarlayalım. Eğer “an” denilen şey, belirli tekil noktalar ise, attığımız taşın hareket edecek zamanı yoktur. Bu sebeple durağan haldedir. Takip eden “an”ların hepsinde de aynı halde olacaktır. Öyleyse hareket imkansızdır. Birbiri ardına sıralı durağanlıkları çizgiselleştiren göz (beyin), bu en büyük yanılsamaya tutulmuştur. Burada, paradoks içinde paradoks oluşuyor: Camı, taşın durağan olan nihai hali (noktası) kırmıştır. Camın bütünlüğünün yıkılışı, onun herhangi bir noktadaki durağan bir “an”da, taşın herhangi bir noktadaki durağan bir “an”daki haliyle buluşması ile gerçekleşmiştir. Beynimiz ısınmaya başladığına göre, şimdi bu eylemi tersine düşünmenin sırası geldi.

Cama fırlattığımız taşın hareketini izliyoruz. Yaklaşık olarak iki saniye sonra camı tuzbuz edecek diyelim. Bu basit fiziksel etki-tepkiyi kayda almış olalım. Şimdi teknoloji üstü bir kamera yoluyla bu hareketi milyonlarca defa yavaşlattığımızı hayal edelim. Taşın ilerleyişi muazzam bir hız kaybına uğruyor. Yavaşlatmayı devamlı olarak arttırıyoruz. Cama yaklaştıkça hızı daha da azalıyor. Taş bir yerde öylesine yavaşlıyor ki hareketleri seçilemez olmaya başlıyor. Bir noktadan sonra gözümüz onu duran bir nesne olarak görüyor. Ancak biliyoruz ki hala “durdur” tuşuna basmadık ve taş hareket halinde. “Durdur”a basmadan, videoyu sonsuzluğa uzanan bir yolda yavaşlatmaya devam ediyoruz diyelim. Elbette taşın seyrini ayırt edebileceğimiz noktayı çoktan geçtik. Burada tek bir nokta önemlidir: Taş hala ilerleme halindedir, ve video sonsuza kadar yavaşlamaya devam edecektir. Bildiğimiz şey ise, mevcut evren mekanizması içinde, videomuz yirmi milyar yıl boyunca yavaşlamaya devam etse bile taş asla ama asla geri gitmeyeceğidir.

Zihinlerimizde yıkmak eyleminin tam karşısında yapmak eylemi bulunur. Yukarıdaki şemanın aynısını bu eylem için düşünmek mümkündür. Yapmak, yıkmak/yıkılmak eyleminden bir noktada farklıdır. Bunun sebebi, bir şeyin yıkılması için yapılmış olmasının (var halde ve mevcut bir oluşa sahip olmasının) gerekmesidir. Bir duvar düşünürsek, onun yapılışı da ancak ve ancak zamana bağımlıdır. Zorluk ise duvarın oluşum aşamasında ortaya çıkıyor. Duvar nedir? Üst üste dizilmiş tuğlalar mı? Yıkılanın, yapılmış (ve tamamlanmış) bir ‘duvar’ olduğuna nasıl karar veririz? X ve [X + z] arasındaki gerçek fark nedir? Duvar yıkılmış mıdır?

Aslında bu sorulara karşılık gelebilecek nitelikli savlar, “Ahlak Ötesi Anlamda Doğru ve Yalan Üzerine” adlı eserinde F. W. Nietzsche tarafından ortaya atılmıştır. Nietzsche bu esaslı problemlerin kökünde dilin yattığını vurgular. Bir şeyin yapılması veya yıkılmasının altında, adlar uzanır. Adlandırma, nesnenin varlığının dondurulmasıdır. Bir hamur, pişene kadar kek olamaz. Belirli işlemlerden geçer, masaya konur ve o “kek” sınıfına girmiştir. “Kek” yapılmış olur böylece. Peki ya unutulup fırında yanan hamur? Diğer bir deyişle fazla “kek” olmuş hamur? Dilin doğasında, kendisine bir ad vermediğimiz hiçbir şeyin varlığından söz edemediğimiz gerçeği uzanır. Duvar ve kek gibi, süreç-tamamlanış içeren tüm sözcük modellerinde zihinsel şemalar devreye girer. “Duvar” imgesi, bir insanın zihninde çoğunlukla iki tuğladan oluşmaz. Çünkü iki tuğladan oluşmuş bir bütüne herhangi bir ad vermemişizdir. ‘Duvar’dan söz edilirken, zihnimizde söz gelimi yirmi tuğlanın dikey bir şekilde tümleşik halde oluşturduğu bir yapı canlanır (fakat bu yapı yatay olursa bir duvar değildir). Ancak kırk metrelik tek parça halinde blok bir taşa da ‘duvar’ diyebiliriz. Can alıcı nokta ise nesnelerin (nesnelerin adlarının), henüz durağan olan kendi varoluşsal hallerinde dahi bir sorun niteliğinde olduklarıdır. Tıpkı bir ‘süre’nin ne zaman başlayıp bittiği onu sonsuz anlara böldüğümüzde bilinemiyorsa, insan zihninde de ‘duvar’, ‘kek’ sözcüklerin nitelediği gerçek nesnelerin tam olarak neyi kapsayıp kapsamadığı, bu sınırların nerede başlayıp bittikleri belirsizdir. Nesnelerin varoluşlarını etiketlediğimiz adlar, onları zamanla birlikte düşünmekten çok daha önce, daha kendi içlerinde birer açmaz halindedir. Bu, insanın her biri birer çıkmaz sokak olan adlar yoluyla, değişimlerden ibaret olduğunu iddia ettiği ve mütemadiyen genişleyen evreni zaman ve akış içerisinde niçin asla kavrayamayacağının kanıtıdır.

Son bir hamleyle yazının ortalarına geri döneceğiz. Biraz serüven tadında olmuş olsa da, artık sonuca yakınız.

Bir taşı alır ve yere dikeriz. Çoğumuza göre bu bir duvar değildir. Belki veya üç taş için durum aynıdır. Çok daha fazla taşı simetrik şekillerde üst üste koyar ve bir bütünlük veririz. O artık bitmiş(!) bir duvar gibidir. Fakat günün birinde gelir ve bir kat daha çıkabiliriz. İşte o, hala bir duvardır. Peki insan? Gerçek kendisi hangisidir? Tıpkı bir duvar gibi, başladığı ve bittiği, özünün denk geldiği o tekil an asla bilinemeyecekken, insanın bu kesinlik arayışı trajediktir. Bu sebeple Wittgenstein’a göre sorulmuş en büyük sorulardan biri “Ben neyim?” sorusudur. İnsan ki, ömrü (bilinçli bulunduğu varlığı) süresince sonsuz ‘an’lar tecrübe eden, bu kesik kesik bileşenlerden meydana gelir, işte bu insan, kalbinin sonsuza dek duracağı o son ‘an’a kadar tüm belirsizliklerini yanında taşımayı sürdüren bir noktalar yığınıdır. Bu tespitin bizleri sürüklediği içinden çıkılmaz varoluş sorunu, sözünü ettiğimiz sonsuz durağan noktaların hangisindeki “benlik”in gerçek “benlik” olarak ele alınacağıdır. İşte bonus paradoks: Her ‘an’ başka bir benlik demek ise, sonsuz benlikten söz etmemiz gerekecektir. Eğer aksini düşünür ve anların oluşturduğu tek bir “son benlik” konusunda ısrar edersek, bu kez “İnsan tek bir andan oluşur.” noktasına varırız. Oracıkta bir nokta oluveririz. Bu da bizi sonsuz bir sıkışmışlığa sokar. Hangi perspektifi benimsersek benimseyelim, insanın zaman felsefesi ile dil aracılığıyla boğuşması, onun varoluşunu tehlikeye atan boyutlara uzanmaktadır. Belki de bu yüzden binyıllardır süregelen doğu doktrinleri, hakikat olduğu iddia edilen değişmeze ulaşılacak yolda en son basamağın zaman olduğunu söylemişlerdir, kim bilir?

Yukarıda bahsettiğimiz neredeyse her şey, özünde büyük meselelerdir. Çünkü zamanın “akan bir şey”olarak kabulü, ona bir hareket biçmek demektir. Bizzat devinimleri algılamak ve ölçümlemek için kullanılan bir aracın hareket ettiğini tasarlamak, pamuk ipliğine bağlı aklımızın çökmesi için yeter de artar gibi görünüyor.

Son olarak, geniş çaplı bir karşılaştırma yapılmak istenirse zamanın sıralı oluşları betimleme aracı olarak ele alınmasını tavsiye eden Newton kanatlı görüşün karşısında onun bir hiçlik olduğunu ortaya atmış Kant okunabilir. Ancak hiçliği tartışmak hiçliği büyütür. Burada yüzlerce düşünürün yüzlerce fikrini paylaşmak mümkün tabi ama bunun yerine önerim, tam şimdi şu zamanda oturup kendi kendimize zamanı düşlemektir. Yanlış sorular yanlış yanıtlar doğurur aforizmasından hareketle, ‘zaman nedir’ sorusunu ‘zaman ne olabilir?’ olarak değiştirebilirsek, zamanı hep birlikte konuşmaya başlayabiliriz. Olur da bir gün kendimizi varoluşsal sorunların batağında bulursak, şunu anımsayabiliriz:
“İnsanın ölçüsü ya zamandır, ya da hiçbir şeydir. Bu sebeple, varlığını başı ve sonu bilinmeyen en büyük nehir olan zamanın yataklarında ve yine bizzat zamanın refakatinde arar. İnsan zamanı anlayamaz. Çünkü o, olsa olsa kısa bir ‘süre’dir.”
Buranuna
Evrenin büyüklüğünü çoğu zaman kavramakta zorlanırız. Her biri milyarlarca yıldıza sahip milyarlarca galaksinin olduğunu söylemek kolay, ama bunun ne denli büyük bir alana tekabül ettiğini kestirmek ise zor iştir. Elbette bu büyüklük, evrenin başka zeki yaşam formları ile dolu olduğunu ispatlamaz, ancak -zeki veya değil- başka yaşam formlarının olmasının makul ve mümkün olduğunu bizlere gösterir.

Öte yandan, evren sadece çok büyük değil, aynı zamanda çok küçüktür de. Hayal edebileceğimizden bile daha küçüktür. Ve dahası, atomaltı seviyede parçacıklar sürekli bir cümbüş ve karmaşa halindedir. Sonsuzluğa uzanan devasalığıyla makro evrenin, hiçliğe yaklaşan ufaklığıyla mikro evren ile ilişkili olması, Her Şeyin Teorisi adı altında kuantum mekaniği ve genel görelilik kuramının birleştirilmesi, yani kendi kuralları olan bu iki farklı alanın bir bütün haline getirilmesi hiç kuşkusuz evreni ve dolayısıyla kendimizi anlamak adına oldukça önemli bir adım olacaktır.

Elbette ki, bilim insanlarını günümüzde zorlayan bu konuyu, bizlerin oturduğumuz yerden çözmesi beklenemez. Ancak 1977'de IBM için hazırlanan bu kısa metraj belgesel, ne ile uğraşıldığını, büyüklük ve küçüklük skalasının ne denli geniş olduğunu ve bizlerin bu yelpazede bir noktadan nasıl daha küçük yer kapladığımızı ortaya koyuyor. Sabit bir noktadan 10'un katları şeklinde büyüyen ve sonrasında küçülen kamera, içinde yaşadığımız evrenin nasıl bir şey olduğunu anlamamızı sağlıyor.


Hayyam
TOLSTOY'UN özdeyişine baktığımızda, neden onca iyiliğe karşılık yapılan tek bir yanlış hatırlanır? Bunun bir nedeni olmalı.

Şöyle bir soru soralım? Karşımızdakinin bize gösterdiği onlarca olumlu davranışa rağmen, sadece tek bir olumsuz davranışı ile ona karşı duyduğumuz güvensizlik, bir düşüncenin eseri midir, yoksa, düşündüğümüz için değil de, beynimizde hazır beklemekte olan ve düşüncemizden bağımsız bir potansiyeli tetikleyip kilidini açmak mıdır? Neden, testlerdeki gibi, üç yanlış bir doğruyu götürmek yerine, bir yanlış, bazen bir çok doğruyu götürmektedir?

İyi davranışlarıyla bildiğimiz bir tanıdığımız veya arkadaşımızın, bilerek veya bilmeyerek bize yaptığı yanlış bir davranış sonrası, onu, ya tehdit olarak algılarız ya da davranışlarımızla belli etmesek de ona karşı daha temkinli oluruz.

Eğer böyle bir olgu, hemen hemen bütün kültürlerde görülüyorsa, bir kişinin, bize gösterdiği birden fazla doğru davranışına karşılık, o kişinin tek bir yanlışı ile ona olan güvensizliğimizin kökenini, yaşadığımız kültürün  bir "öğretisi"  değil, aksine bu olgunun kökeninin "doğuştan" geldiği şeklinde bir düşünce olmalıdır. Daha açık bir deyişle, bunun nedenini bizzat genlerimizde aramalıyız. Çünkü, düşünme şeklimiz ve davranışlarımızın ilk belirleyicileri, genlerimizin, beynimizdeki nöronlar arasında oluşturduğu bağlantılardır.

Karşımızdakinin tek bir yanlışını bile doğrularından daha fazla önemseyen yer, beynimizin ortasındadır. Duygusal beyin denilen, diğer adıyla limbik sistemin bir parçası olan "amigdala" isimli badem büyüklüğünde ve şeklindeki iki adet (her biri, beyin yarı kürelerinden birinde olmak üzere) oluşum, bu ayırt edici önemli görevi yüklenmiştir.

Yine, kabaca şakaklarımızın hizasında ve beyin yüzeyinden biraz derinlerde bulunan "insula" isimli oluşumlar da (her iki beyin yarı küresinde olmak üzere) benzer fonksiyonlar için amigdalaya destek verirler.

Amigdala ve insula, daha biz doğmadan, ebeveynlerin bize aktardığı genler vasıtasıyla edindiği hazır programları çalıştırmaktadır. Bu programlar, ifade edildiği gibi hazır gelir, öğrenerek edinmeyiz. Söz gelimi amigdala, korkmamızı, tehlike karşısında kaçmamızı, gücümüz yetiyorsa o tehlike ile baş etmek üzere saldırmamız üzerine faaliyette bulunur. İnsula ise elimiz bir yere sıkıştığında çektiğimiz acı, aşık olduğumuzda çektiğimiz acı, bir şeyden tiksinmemizi insula sağlar. Ve bunların hiçbirini öğrenmeyiz, doğuştan gelir. Bu aynısıyla, gözümüze doğru gelmekte olan bir cisimden gözümüzü korumak için göz kapağımızı kapatmamızı sağlayan refleks gibidir. Göz kapağımızı kapatmamızı sağlayan bu talimat, düşüncemizin değil, beyin sapından gelir; doğuştan gelen bir sistem bilgisidir. Benzetme yaparsak, yeni doğan bir bebeğin öğrenmediği halde ağlaması veya öğrenmediği halde, uyurken yanında yüksek bir ses ile uyarıldığında korkması, irkilmesi gibi. Bebek,  ne ağlamayı ne de korkmayı öğrenmemiş, ancak atalarından aldığı genetik bilgi ile, dış dünyanın şartlarına hazırlıklı gelmiştir. Çünkü korku, dış dünyanın tehlikelerinden kaçıp hayatta kalabilmenin neredeyse temel fonksiyonudur.

Günlük hayatta, bize karşı yapılan tek bir yanlışın, birçok doğruyu götürmesine karşılık oluşan güvensizlik, düşüncelerimizin değil, aksine, hemen hemen düşüncelerimizden bağımsız çalışan bu iki beyin organeli ile oluşmaktadır. 

Bunun da nedeni, insanın bugünkü durumuna gelinceye kadar, o bireyin var olabilmesi ve bunu sürdürebilmesi için karşılaştığı tehlikelerin ve tehditlerin (kötülükler), karşılaştığı olumlu hallerden (iyilikler) çok fazla oluşu ve buna bağlı olarak bu türden tehlikelere ait bilgilerin evrimsel süreçte, amigdalada ve insulada depolanmasından dolayıdır. Daha açık söylemek gerekirse Tolstoy'un söylemi bilinçli bir kararımız değil, beynimizin derinliklerinden gelen tetikte bekleyen potansiyel sistemin bir kararıdır. Bunun da anlamı, zaten bana zarar vermeyecek iyi bir davranışa hazır olmaktansa, her an olabilecek kötü bir durum için kodlanmış bilgi, beynimizde oluşmak üzere daha biz doğmadan atalarımızın genlerinde zaten mevcuttur demektir. 

Beynimizdeki bu iki unsur (amigdala ve insula) ile, sadece bizim karşılaştığımız tehdit ve tehlikeleri değil, bizim, binlerce hatta birkaç milyon yıl evvelki atalarımızın maruz kaldığı tehlike ve tehditleri bugün bile, sahip olduğumuz beynimizde taşıyoruz demektir. 

Eğer bu tür hazır bilgiler, doğuştan gelmemiş olsaydı, bizlerin, doğduğumuz andan itibaren hayatta kalma şansı olmaz varlığımızı sürdüremezdik. Çünkü, korku, kaygı, cinsellik, rekabet, psikolojik savunma mekanizmalarımız ve daha bir çoğunu, içinde bulunduğumuz kültürle öğrenmeyiz. Bir başka deyişle korku, kaygı, rekabet vb. olguları, hiç yokken, öğrenme ile bir bireyde oluşturamayız. Yapabildiğimiz yegâne şey, doğuştan yani genlerimizle atalarımızdan gelen bu birikimlerin depolandığı amigdala ve insuladaki ilkel bilgileri, öğrenme dediğimiz fonksiyonla yeniden yapılandırmamız, yönlendirmemiz veya çeşitlendirmemizdir. Bu tür bilgiler bir anlamda, satın aldığımız bilgisayarla beraber gelen işletim sistemi gibidir. Sonraki bilgileri, bu işletim sistemi sayesinde bilgisayara (beynimize) yükleriz.

Bu arada, amigdala ve insula gibi oluşumlarda sadece bizler için fiziksel tehdit ve tehlikelere karşı değil, aynı zamanda dışlanma, aşağılanma vb. davranışlar için de korumaya programlanmışlardır. Buradan da anlıyoruz ki, güven, sadakat vb. unsurları, sonradan, içinde bulunduğumuz kültürle öğrenmeyiz, genlerimizde kodlanmış olarak doğuştan gelir demektir. 

Şu sorulabilir. Peki, içinde yaşadığımız kültürde güven, sadakat vb. değerleri/kavramları hiç mi öğrenmeyiz? Aslında bu sorunun cevabı "hepsini öğrenmeyiz, öğrendiğimizi sandığımız kısım,  doğuştan gelen temel bilgilerin, sonradan, içinde yaşadığımız kültür vasıtasıyla geliştirildiği veya güdük bırakıldığı" şeklinde olur. Daha açık bir ifade ile, öğrenme dediğimiz şey, doğuştan gelen temel bilginin yeniden şekillenmesi veya bu temel bilginin üzerine bina edilen bilgidir. Yani zaten mevcut bir bilginin üzerine ilave edilme eyleminden bahsediyoruz. Genlerle gelen bu temel bilgi olmasaydı, üzerine, neyden sakınmamız, neyden korkmamız veya neye yakınlık duymamız gibi kültürle gelen bilgileri öğrenemezdik. Böyle bir öğrenme süreci olmazdı.

İşte, öğrenme dediğimiz kısım, o kültürün kendisinin çevre ve daha başka etkilerle oluşturduğu gelenek-görenek, örf-adet, din gibi unsurlara bağlı olarak oluşan davranış ve düşüncelerin, yukarıda bahsedilen temel bilginin üzerine bina edilen (kuşaktan kuşağa aktarılan) bilgilerdir. Kastedilen öğrenme dediğimiz eylem budur. Dolayısıyla, genlerimizde kodlanmış ve "güven" dediğimiz bu temel bilgiler olmasaydı, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güveni geliştirmek üzere öğreneceğimiz bilgi de olmazdı. Güven, doğuştan gelirken, nasıl ve ne şekilde güveneceğimize dair yol ve yöntemleri ise "yaşayarak" veya kuşaktan kuşağa aktararak, içinde bulunduğumuz kültüre bağlı olarak öğreniriz. Yine, daha evvel ifade ettiğimiz gibi, bilgisayarı aldığımızda, işletim sistemi olmasaydı, bilgisayara istediğimiz program veya bilgiyi yükleyemeyeceğimiz benzetmesi gibi.

Şu soru da sorulabilir. Peki, bizler beynimizin bu anlamda duygusal esiri miyiz? Eğitim denilen olgu ile yine "duygusal zeka" adı verilen süreçleri belli ölçüde daha makul ve iradi olan davranışlara çevirme çabasına elbette ki giriyoruz. Diğer bir ifade ile duygularımızı belli ölçüye kadar yönetebiliriz. Ancak, beynimizdeki nöronal ağların bağlantıları yirmili yaşlara kadar devam ediyor da olsa, bizlerin hayatında temel faktör olan duygusal davranışlarımıza ait bağlantılar altı, sekiz haydi bilemediniz on ikili yaşlara kadar kişiliğimizi oluşturacak şekilde tamamlanmış oluyor. Bu bağlantılarla beraber oluşan gelenek-görenek, örf-adet ve din gibi "inançlarımızı" dahil edebiliriz. Bu bağlar kurulduktan sonra, bir daha kolay kolay geri dönüş olmuyor. Gelecekteki mutlu günlerimiz, kaygılarımız ve depresyonlarımızla, dogmalarımızla, değişmez inaçlarımızla potansiyel bir kişilik oluşturuyoruz.

İyilik ve kötülük anlamındaki temel/kök bilgilerin doğuştan geliyor olması bizi, bir başka konuya daha götürmektedir. Eğer din ve benzeri argümanlar olmasaydı insanlar yine de iyilik ve kötülüğün farkında olmazlar mıydı? Başka türlü sorarsak, iyilik ve kötülük diyebileceğimiz bu algılar din kavramı ile mi gelmiştir? Rahatlıkla diyebiliriz ki din ile doğrudan bir bağlantısı yoktur. Söz gelimi, doğuştan gelen ve ahlak anlamında "iyi davranış" olarak niteleyebileceğimiz, annenin, yavrusuna bakması, onu koruması, kayırması, beslemesi bir iç güdü olarak gelmiştir. Görülüyor ki annenin çocuğunu koruma iç güdüsü öğrenilmiş bir unsur değil, temeli, genlerle gelen bilgi aktarımına dayanmaktadır. İşte, çoğaltacağımız bu ve benzeri temel bilgiler, insanların kötülük karşısındaki kendilerini koruma ve iyilik denilen kavramla da birbirlerine destek vererek, en ilkel insandan başlayarak toplulukların ve dolayısıyla insan türünün varlığının devamı sağlanmış olmalıdır. Eğer insanoğlunun iyilik-kötülük anlamındaki genlerle gelen seçiciliği (!) olmasaydı, daha dinlerin bile olmadığı zamanda türün devamı mümkün olmazdı. Nihayetinde, gündelik hayatımızda, onca iyiliğe rağmen bize yapılan bir kötülükle, kendimizi karşımızdakinden veya olabilecek diğer afetlerden sakınmak (ilkel bir insan için mağarada yaşamak), kültürden, dolayısıyla öğrenmeden bağımsız olarak türün varlığını korumuştur. Din veya kültürle oluşan gelenek görenek, örf adet gibi kalıplar ise, genlerle gelen bu bilgileri daha belirgin kılmış, çeşitlendirmiştir.

Bu arada, yukarıda da ifade edildiği gibi, kötülük dediğimiz bir eylem ile varlığımızın devamında illaki fiziksel bir eylem (dövülmemiz, öldürülmemiz) olması gerekmez , sözel olarak aşağılanmamız, küçük düşürülmemiz, görmezden gelinmemiz, bize karşı adaletsiz davranılması, bizden alınan borcun iade edilmemesi, malımızın çalınması ve benzer davranışlar da kötü davranışlar olarak sınıflandırılır.

Özetlersek, doğanın yıkıcılığı (çevremizdeki insanlar da dahil olmak üzere yapılan kötülükler), yapıcılığından (iyiliklerden) daha fazla olduğundan dolayı, insanın var olması ve kendisinin varlığını sürdürebilmesi için, bu tür koruyucu mekanizmalara ait temel bilgiler genlerimizde kodlanmış ve sonradan beynimizde davranışa dönüşerek (karşımızdakinin tek bir yanlış davranışı ile evvelki iyi davranışları yok saymamız) kendimizi emniyete almamız, tedbirli olmamız için doğarken gelen hazır bilgiler olarak belirmişlerdir. Çünkü, yıkıcılığın, yapıcılıktan daha baskın olduğu bu olayların varlığı sadece günümüzde değil, milyonlarca yıl öncesinden başlayan bir süreçtir.

Erol
Ülkemde hiçbir şey akılsızların egemenliği kadar beni bedbinliğe ve üzüntüye sürüklemiyor. Cumhuriyet Gazetesi'nde yeni bir haber, bir Anadolu şehrimizde Millî Eğitim Bakanlığı izni ile verilen bir konferansta aklievvel konferansçının Darwin'i ve fikirlerini küçümsemek için şöyle bir benzetme yaptığını bildiriyordu: Konferansçı, dinleyicilerine evrim fikrinin sözüm ona tutarsızlığını göstermek için bir çöl farz edin demiş, ortasında mükellef bir ev; birisi de gelip size bu ev kendi kendine oluştu desin. Buna inanabilir misiniz? Bu zatın vardığı sonuç; mutlaka evi birisinin yapmış olduğu, yaratmış olduğu. Mantık şu: Her varlık yaratılmıştır. Kim yaratmıştır? Tanrı! Peki, dinleyicilerden birisi de kalkıp deseydi ki: “Efendim, verdiğiniz örnek ne kadar çarpıcı! Çöl ortasındaki evin gerçekten bir yapıcısı olmalı. Bu mantığa göre, kâinatı yarattığını iddia ettiğiniz Tanrı'yı acaba kim yapmış? Öyle ya, evi birilerinin yaptığı mantığı, her varlığın bir yaratıcısı olması kabulüne dayanıyor. Tanrı da ‘var olan' olduğundan, aynı mantığa göre onun da bir yaratanı olmalı.”

Gerçi bahis konusu konferansçı gibi insanların dünyasında böyle bir sual sorulamaz bile ama, haydi sorulduğunu kabul edip, Tanrı'yı da bir yaratanın, yani bir üst-Tanrı'nın da varlığını kabul edelim. Bu sefer onu kimin yarattığı sorusu ortaya çıkacaktır; yani bu soru-cevabın sonu olamaz. Bu da aklen kabul edilebilir bir yöntem değildir, çünkü çözümsüzlüğe gider. O zaman bu kişiler diyorlar ki, Tanrı’nın varlığına inanalım da bu iş bitsin. Ancak fark etmedikleri, burada mantıken gereksiz bir adımın varlığı: Kâinatın varlığını bilimsel olarak irdeleyebiliyoruz, yani varlığı konusunda ciddî bir kuşku yok. Kâinatın hiç yaratılmamış, sonsuzdan gelip sonsuza gidiyor olması, sonsuz sorgulamaya neden olmadığından, kendi içinde tamamen tutarlı bir tezdir. Bu tez bir çözümdür, zira sonsuz sorgulamaya gitmeden soruna çözüm getirir. Böylece görmediğimiz, duymadığımız, varlığı hakkında bilimsel olarak kontrol edilebilecek en küçük bir verinin olmadığı bir varlığı kabul etmek gibi, mantıken ve aklen gereksiz bir adıma duyulan ihtiyaç ortadan kalkar. Böyle kendi içinde tamamen tutarlı bir düşünce silsilesinin dinî inanca vereceği zararı bir düşünün! Halbuki bahis konusu konferansçı aklınca Tanrı’nın canlıları yarattığı tezini savunuyordu!

Modern bilimin yaratıcısı olduğu kabul edilen bizim Milet’li Anaksimandros, daha milâttan önce 6. Yüzyıl’da bilimsel irdelemelerde Tanrı veya Tanrılar varsayımının gereksizliğini görerek, kâinatın zamanda ve mekânda sınırsız olması gerektiği tezini geliştirmiş ve bu sınırsızlığa Yunanca “apeiron'’ (=sınırı, çevresi olmayan) adını vermiştir.

İlginç olan, Anaksimandros’un tarihte bildiğimiz ilk bilimsel evrim kuramının da babası olmasıdır. Anaksimandros, Milet çevresindeki fosillerden oraların bir zamanlar deniz altında olmuş olması gerektiğini düşünmüş, bundan da belki dünyamızın ilk devrelerinde tamamen sularla kaplı olmuş olabileceğini çıkararak, ilk varlıkların dolayısıyla insan olamayacaklarını, insanın daha önceki su varlıklarından türemiş olması gerektiğini yazmıştır.

Bilimin, Anaksimandros’tan sonra gösterdiği gelişme, insanlık tarihi için bir iftihar ve mutluluk vesilesi olan tek öyküsüdür. Bunu anlamadan, bilmeden, kendi içlerinde tutarsız olan, insanlığın en cahil dönemlerinde icat edildikleri detaylı olarak belgelenen ve amaçları tamamen ahlâkî olan dinsel efsaneleri bilimden üstün göstermeye çalışma çabası, ancak son derece akılsız insanların yapabileceği bir teşebbüstür. Sırf cahil değil, akılsız diyorum, zira günümüzde her yerde bilgiye ulaşma imkânları daha birkaç on yıl önce hayâl bile edilemeyecek düzeylere ulaşmıştır. Bu bilgiye ulaşmak yerine ilk ve Orta Çağların efsanelerinden medet umarak yaşamak insanlığa yakışmaz.

Türkiye’deki korkunç durum ise, böyle insanlığa yakışmayacak, halkımızı dünyadaki en cahil, en zavallı toplumların düzeyine iteleyecek, bizzat dini inançlara da zarar verecek akılsızlıkların bizzat bakanlık eliyle okullarımıza pazarlanmasıdır. Bu nedenle burada birkaç kez tekrar ettiğim bir iddiamı yinelemek istiyorum: Sayın Milli Eğitim Bakanımız ve kurduğu ekibi, şu anda Türkiye’nin başındaki en büyük tehlikedir ve behemehâl bertaraf edilmesi ulusal bekamız için bir zarurettir. Eğitimi zehirlenen nesillerin tedavisi uzun on yıllar alır ve belki de ülke ve ulus tamamen elden çıkmadan gerçekleştirilemez. Filhakika, bu korkunç tehdit karşımıza her gün yeni bir marifetiyle çıkmakta, çok kıymetli olan vakit kaybedilmektedir. Aklımızı başımıza alalım, yoksa içinde ve uğrunda o aklımızı kullanabileceğimiz bir vatanımız ve bir ulusumuz kalmayacaktır!

Celal Şengör
Aptalı Tanımak
Değer dediğimiz kavram, karşımızdakine değil, karşımızdakine biçtiğimiz kadarıyla kendimize atfettiğimiz, kendimize ait bir zihinsel eylemdir. Diğer bir deyişle, bizim değer algılarımızla, karşı tarafa hangi ölçüde değer atfettiğimize bağlı olarak kendimizi ne kadar değerli gördüğümüzle ilgilidir. 

Başka türlü söylemek gerekirse, karşımızdakine herhangi bir özelliği, davranışı veya düşüncesi nedeniyle değer verdiğimizi düşündüğümüzde o değere ihtiyacı olan bizzat kendimizizdir. Çünkü, o değer ile karşımızdaki değil biz tatmin oluruz. Daha da açık söylemek gerekirse, biz kendimizde değerli gördüğünüz bir davranış veya düşüncenin karşı tarafta da benzerini arayıp kendimizin onaylanma ihtiyacını gideririz. Bu onaylanmaya bağlı olarak, kendi öz güven mekanizmamız devreye girer, buna bağlı olarak da öz saygımız artar ve nihayetinde o kişi veya grup tarafından kabul görme ve statü edinme şansını elde ederiz. 

Ayrı kişilerin, aynı kişinin aynı özelliklerine (düşünce, davranış) istinaden farklı değer atfetmesine bakarak, aynı kişinin birden fazla değeri olduğunu söyleyemeyiz. Farklı kişilerin, aynı kişinin aynı davranış ve düşüncesine farklı değer atfetmesi, değer atfeden kişilerin, küçüklükten itibaren, değer denilen düşünce ve davranışları farklı algılarla kanıksaması, önemsemesine dayalı inançtan, içselleştirmesinden kaynaklanır. Yani, herkesin değer algısının/yargısının farklı olması, bunun nedenidir. 

Şu halde, her bir kişinin küçüklüğünden itibaren yetişme ve yetiştirilme şekline göre neyi kendisi için önemsiyor ve değer olarak kabul ediyorsa, farklı kişiler bu algı derecelerine bağlı olarak, karşısındakinde, kendisi için önem verdiği ve dolayısıyla değer verdiği şeyi göreceklerdir, öne çıkartacaklardır. Yani, karşı tarafa değer verdiğini düşünen kişinin bu değer için ne derece önemli gördüğüne bağlı olarak, o düşünce veya davranışını yani kendi değerini ortaya koyuyor demektir. 

Özetle, karşımızdakine bir değer veriyoruz (veya vermiyoruz) demek, kendimize değer veriyoruz veya vermiyoruz demektir. Karşımızdakine değer veriyoruz demek, değer olarak gördüğünüz o şeyi kendinizde görme isteğidir. Karşınızdakine herhangi bir düşünce veya davranış için değer vermiyorsunuz demek, kendinizde o davranış veya düşünceyi görmek istemiyorsunuz demektir. 

Eğer, değer kavramını bu anlamda biraz daha genişletir ve konuyu gelenek-görenek, örf-adet, din ve benzeri kavramlar için de değerlendirirsek, bu değerlere sahip kişi veya toplumlar arasındaki hasmane duyguların nedenine de ulaşmış oluruz. 

Kişisel veya toplumsal değerler arasındaki hasmane duygular veya çatışmaların nedeni, yukarıda da ifade edildiği gibi, başkasında görmek istemediği değerleri, kendisinde de görmek istememesi ve aynı zamanda, karşı tarafın değerlerinin, bizim değerlerimizi etkileme, değiştirme, bozma, asimilasyona uğratma, yok etme endişe ve korkusudur. Kendi değerlerimizi korumaya yönelik güven ortamı sağlandığında ve kendi değerlerimize olan inancımızın derecesinin yüksekliği oranında, bahsi geçen hasmane duyguları zaten hissetmezdik. 

İşte, aynı ortak değerler algısına sahip arkadaş, grup veya toplumlar bir araya gelerek yaşarlar, varlıklarını sürdürürler. Değer dediğimiz bu kavramlar (düşünceler/davranışlar) bireylerin, kendilerini güvende hissetmeleri, karşı tarafın düşünce ve davranışının, kendisinin karşı taraftan beklediği düşünce ve davranışa uygun düşmesi, dolayısıyla, karşı tarafın dost mu düşman mı olduğunu belirlemesi için gerekli düşünce, davranış/eylem ve inanışlar silsilesidir. 

"Sana değer veriyorum" ifadesinin tam karşılığı, "kendime değer veriyorum, çünkü sen benim benlik algım dahilinde, kendi değerimi anlamamda/algılamamda bir referans oluşturuyorsun, senin sayende kendi değerimi daha iyi anlıyorum" demektir. 

Artık, birisine "sen benim için değerlisin" demekle, ne demek istediğimizi daha iyi biliyoruz.  

Değer, sosyal psikolojinin de konusudur.
İnsan eğitiminin iki amacı vardır:

1) Kişiyi yaşama hazırlamak,

2) kişiye yaşamını sürdürebilmesi için belli bir beceri vermek.

Kişiyi yaşama hazırlamak demek, kişinin içinde yaşayacağı toplumun özelliklerine göre, o toplumla karşılıklı iletişimde bulunmasını sağlamak demektir. Kişiye yaşamını sürdürebilmesi için gerekli bir beceriyi kazandırmak ise, kişinin toplumun ihtiyaç gösterdiği işlerden birinde uzmanlık kazanarak gelirini kazanmasını temin etmek demektir.

Her iki amacın temelinde de toplumla kişinin ilişkisini kurmak yatmaktadır. Bu ilişki iki temel yolla kurulabilir: Birincisi ve ilkel olanı, toplumu belli kalıplar içerisine sokarak her bireyi o kalıplara göre yetiştirmektir. Bu en ilkel toplumlarda fiziki güce sahip bireyin toplumun diktatörü haline gelmesiyle yapılır ki, bu diktatör konumundaki bireye hayvanlar âleminde genellikle alfa erkeği adı verilir. Maymunlardan kurtlara, sürüler halinde yaşayan hayvan topluluklarında alfa erkeği belli bir sayıda dişiyi ve yavruyu kontrol eder. Böyle bir düzende kontrol edilenlerin özgürlükleri sınırlıdır ve sadece alfa erkeğinin istekleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürebilirler. Alfa erkeklerinin değişmesi her uzaman şiddet yoluyla olur. Alfa durumuna geçmek isteyen genç bir erkek, yaşlanan alfa erkeğine meydan okur: Yapılan dövüş sonucu alfa erkek ya öldürülür ya da toplumdan dışlanarak yalnız bir yaşama mahkûm edilir.

İlkel insan topluluklarında ise, toplumu diktatörce yönetmek, diktatörün bireysel fiziksel gücünü aşan bir şeydir. Onun için işin içine. düşünce girer. Toplumun diğer öğelerinin düşüncelerini kontrol edebilen, yani onları istediğine inandıran diktatör olur. Dolayısıyla diktatörlük için toplumun bir bütün olarak kabul edebileceği inanç sistemleri geliştirilmelidir. İşte dinler kısmen bu ihtiyaçtan, yani toplumun yönetilmesi için gerekli bir araç olarak ortaya çıkmışlardır. Dinlerin diğer amacı da, bireye yaşadığı çevreyi açıklamaktır: Doğa olayları niçin oluyor, niçin doğuyoruz, niçin ölüyoruz, ölene ne oluyor, gibi sorular her zaman düşünmeyi öğrenen insanı meşgul etmiş olan sorulardır. Bunlara hemen cevap bulamayan ilkel insan, kendince masallar uydurarak bunları izah etmeye çalışmış, bu uğraştan da dinler doğmuştur. Kısaca din, ilkel bir bilim ve aynı zamanda ilkel bir hukuktur.

Din ile bilimin ayrılması kolay olmuştur (ama çok uzun bir zaman almıştır): Dinin getirdiği açıklamaların gözlemle çeliştiğini gören ve bunu dile getiren insanlar yeni açıklamalar arayarak ilk bilim insanları olarak toplumlara yeni bir yöntem öğretmişlerdir. Bu yeni yöntemin temelinde şu iddia vardır: Bireyin dışında gerçek bir dünya vardır. Bu dünyaya ulaşmanın tek yolu gözlem ve muhakemedir. Ancak gözlem işlemini yapan duyularımız mükemmel değildir. Onun için her gözlem muhakeme filtresinden geçirilmelidir. Bu filtre ise sürekli değişmek zorundadır, zira ona temel olacak bilginin kendisi de eninde sonunda gözleme dayanır. O zaman gözlemi ne kadar çok birey yapar ve kendi aralarında gözlediklerini ne kadar özgürce tartışırlarsa o kadar gerçeği yakalama şansı olur. Bu şekilde elde edilen “gerçeklere” dahi tam olarak asla güvenilemez. Bireyin öğrendiği her gerçek muhakkak bir miktar “yanlış” içerir, çünkü her gözlenen nesne veya süreçte gözlenmesi gereken sonsuz öğe vardır. Bunların hepsini gözlemeye ise ne fiziksel idamlarımız, ne de kısıtlı olan ömrümüz müsaade eder (bu ifadenin doğruluğunu anlamak için başparmağınızdaki atomların elektronlarını saymayı deneyin!). Ömrümüzün kısıtlı olması sorununu, bilgi edinme işini nesillere yayarak çözeriz. Fiziksel imkânlarımız ise sürekli gelişmektedir. Kâinatın büyüklüğü her şeyi bilmemize engeldir. Onun için elimizdeki en iyi bilgilerle yaşamak zorundayız ve her şeyi bildiğimizi asla iddia etmemeli, böyle iddialarda bulunanlara asla inanmamalıyız.

Dinler ise, her şeyi bilen birileri (Tanrı, peygamber, papa vs.) olduğunu iddia ederek bu iddiaya inanılmasını isterler. Tarih, bu tür iddiaların hepsinin yanlış olduğunu, yani her şeyi bilenlerin iddia ettikleri bilgilerin de nihayet yanlışlarla dolu insan düşüncesinin ürünü olduğunu göstermiştir. Özgür gözlem denetimine alınamayan düşünce ise diktatörlüklerin temelidir. Türkiye’de din temelli eğitim istemek, ülkeyi yukarıda anlatılan ilkel diktatörlük rejimine mahkûm etmenin hazırlığını yapmak demektir. Din temelli eğitim, şu anda ülkemizin mücadele edilmesi gereken bir numaralı düşmanıdır. Gündelik siyasî çekişmelerin gürültüsünde bu unutulmamalıdır.

Celal Şengör
Aptalı Tanımak