KARŞIDAKİ BİR İNSANA ATFEDİLEN DEĞER, ATFEDEN KİŞİNİN DUYGUSAL İHTİYACINI KARŞILADIĞI KADARDIR.

Diğer bir ifade ile, karşımızdakine verdiğimiz değer, kendi BENLİK ALGIMIZLA ne derece örtüştüğü ile ilgilidir. Aslında, karşımızdakine verdiğimiz değer, kendimize verdiğimiz değerdir. Çünkü, karşımızdaki, bizim ona verdiğimiz değer ölçüsünde bizim kendi varlığımızın ölçüsü olmaktadır.

Bunun anlamı şudur ki, birisini seviyorsak, kendimiz için severiz, birisine saygı gösteriyorsak, kendimiz için saygı gösteririz. Bir başka deyiş ile, karşımızdakine gösterdiğimiz sevgi kadar, kendimizi severiz veya karşımızdakine göstermiş olduğumuz saygı kadar kendimize duyduğumuz saygıdan (öz saygı) emin oluruz. Bu mekanizma da bize haz verir. Çünkü o birileri olmazsa, kendi varlığımızın ne değerde olduğuna dair bir ölçek olmamış olur. Bu duygu sistemi, bizim varlığımızın devamında önemli bir rol oynar. Onun içindir ki, bir çok neden gibi değer verme dediğimiz kavram, duygusal beynimiz yani limbik sistemle ilgilidir. Limbik sistem, beynimizin ortasında duygularımızdan sorumlu olan kısımdır.

Kendimize ait değer kavramını anlamaya çalışmanın bir yolu, hiç kimseyi görmediğimiz ve neredeyse ömür boyu, bir adada yalnız ve adanın verdiği imkanlarla yaşadığımızı kısa bir süreliğine varsaymaktır. Bu örnek bile bize gösterecektir ki, kendimize ait değerlerin ne olduğunun anlamanın temel yolu, başkalarının varlığı ve bize olan davranışları olacaktır. Başkaları yoksa, kendimize ait değerlerin bir çoğundan habersiz oluruz.

Konuyla ilgili olarak, şöyle bir örnek kullanabiliriz. Bir aşık, her konuşmasında sevgilisine değer verdiğini söyler ve sonraki zamanda herhangi bir nedenle, sevgilisi aşığı bırakırsa, aşığın gözünde, sevgilinin değeri düşer. Çünkü, aşık, sevgilisine verdiği değer kadar, kendisini değerli hissetmektedir. Sevgilisi, aşıktan ayrıldığı zaman, aşığın üzülmesinin nedeni; aşığın, sevgilisine verdiğini sandığı, halbuki sevgilisi vasıtasıyla kendisine verdiği değerin ve dolayısıyla, aşığın kendi varlığını besleyen kaynağın ortadan kalkmasıdır.

Başka bir örnek olarak, bir dilenciye para veriyor olmamızın nedeni, kendimizi o konumda görme kaygısını ortadan kaldırılma çabasıdır.

Genlerimizle kodlanmış bu mekanizma, daha evvel de paylaştığımız bir çok neden gibi, o türe ait bireylerin bir arada (topluluk) yaşaması için DOĞANIN PROGRAMIDIR. Bu mekanizma bir ihtiyaçtır ve Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki, KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME denilen tatmin duygusu için önemlidir.

Görülüyor ki, çevremizdeki kişileri, arkadaşlarımızı seçmemizde kullandığımız kriterler/referanslar, kendi benlik algımız dahilindeki değerlerdir. Hatta bazen, karşımızdakinin tüm değerleri bize hitap etmeyebilir. Böyle bir durumda, hepsi değil ama o kişinin belli konudaki değer anlayışı için bile, karşımızdakinin uymayan değerlerini görmezden geliriz. Eğer, karşımızdakinin hemen tüm özellikleri karşılıklı olarak örtüşüyorsa, onu da "ruh ikizimiz" diye ifade ederiz.

Bunun diğer bir göstergesi, yeni bir yere gittiğimizde, bir arkadaş veya arkadaş grubu seçerken (askerlik gibi zorunlu olmadıkça, kaldı ki askerlikte bile) bu seçimi tesadüfi değil, en azından kendi düşünce ve ve davranışlarımıza benzer kişilerden seçeriz. Kendi benzerlerimizi aramaya, seçmeye ve beraber yaşamaya sosyal psikolojide BENZERLİK YASASI adı verilir. Bunun da nedeni, kendi düşünsel ve duygusal ve dolayısıyla değer içerikli ihtiyaçlarımızın doyurulması, beslenmesi isteğidir. Aslında bu arayışın altında aynı zamanda, değersel olarak beslenmeyle beraber güven arayışı ve varlığımızı devam ettirme ihtiyacı yatar.

Kim, kendisini güvende hissetmediği, değerlerinin kabul görmediği, hasmane duyguların olduğu bir yerde yaşamak ister? Anlıyoruz ki, yeni bir arkadaş seçerken, seçimin altında yatan temel neden, "ben, onun değerlerine saygı göstereyim ve onu mutlu edeyim" değil, "o, benim değerlerime saygı göstersin ve mutlu olayım" anlayışıdır. Kişilerdeki karşılıklı bu duygu ve değer beslenmesi nedeniyle, bir arada yaşayarak birbirlerinin duygusal ihtiyaçlarını karşılayarak türün varlığının devamı sağlanmış olur.

Özdemir Asaf'ın çerçevedeki yazısı, anlatmaya çalıştıklarımızı değer anlamında ve aritmetik modellemeyle (Sen - Ben = Herkes) güzel özetlemiş.

Bize değer katan bir kaynağın hayatımızdan çıkması ile, bizlerde çoğu zaman burukluk, zaman zaman da patoloji (hastalık) boyutuna varan arazlar da oluşturabilir. Bu, REDDEDİLMEDİR. Diğer bir ifade ile DEĞERSİZLEŞMEKTİR.

Peki, beynimizde değer kavramını yaratan yer neresidir diye sorulursa bunun merkezi, beynimizin ortasında bulunan, birkaç alt sistemin birbirine bağlı olarak çalıştığı ve adına LİMBİK SİSTEM denilen kısımdır. Limbik sistem, değer dediğimiz kavramlar da dahil duygularımızın üretildiği ve kontrol edildiği yerdir.

Buna karşılık, düşünme, karar alma, problem çözme, strateji gütme ve zeka dediğimiz kavramlar alnımızın hemen arkasında, beynimizin hemen önünde ve adına PREFRONTAL KORTEKS denilen kısımdır. Bunun anlamı, beynimizde limbik sistemde meydana gelebilecek bir araz, düşünen beynimiz (prefrontal korteks) ne kadar sağlam olursa olsun, isterseniz en zor matematik problemleri çözecek kadar zeki de olsa, düşünerek veya düşünce gücüyle değer yaratamadığımız gibi değer dediğimiz kavramın da ne olduğunu anlayamayız.

Bu anlamda Eleanor Roosvelt'in "Hiç kimse sizin izniniz olmadan, size kendinizi değersiz hissettiremez" sözüne baktığımızda, cümledeki "sizin izniniz olmadan" şeklindeki irade beyanında, değer dediğimiz kavramın, aslında karşımızdakine atfedilen bir argüman değil, kendimize ait olduğunu daha iyi anlarız. Çünkü, kendimizi değersiz hissetmemizin sebebi, kendimize biçtiğimiz düzeydeki değer beklentimizin, karşımızdaki tarafından gerçekleşmediği içindir.

Nitekim bu değer kavramının karşımızdakine değil, bize ait olduğunu yukarıda da ifade ettiğimiz gibi "sizin izniniz olmadan" diyerek kontrolün bizde olduğunu (olması gerektiğini) dolayısıyla karşı tarafa verdiğimizi sandığımız değerin aslına kendimize ait bir değer olduğunu göstermektedir. Karşı tarafın bizi üzmesinin -aslında bizi üzen karşı taraf değil- nedeni, karşı tarafın davranışı etkisi altında, değer olarak ifade ettiğimiz argümanların kendi yönetimimiz altında olmadan karşı tarafın etkisine açık olarak bizim denetimimizde olmadığı, değerlerimize ait yönetimin kendimizde değil, dizginleri karşı tarafa bıraktığımız anlamında yorumlanmalıdır.

Benlik algısı dediğimiz kavramı da şu şekilde tanımlayabiliriz. Benlik algısı, kendimiz ile ilgili tüm düşünme ve davranış biçimlerini de dahil ettiğimizde, kendimizi kendimize nasıl tanımladığımızdır. Keza, başka birinin bizim hakkımızda ne düşündüğüne dair kendi düşüncelerimiz de benlik algısı kavramında değerlendirilir.

Ancak, benlik algısı ile kişilik, aynı kavramlar değildir. Kişilik, benlik algısını da içine alan, nispeten daha objektif kriterlerden oluşan, ortak davranış sergileyen gruplardan birine kişileri dahil etme sistemidir.

Özet olarak, karşımdakine verdiğim değer, benim kendimde bulunmasından hoşlandığım, sevdiğim, istediğim, haz aldığım, doğru bulduğum değeri karşıladığı kadardır. Bir başka deyişle, karşı taraf, bende olmasını istediğim değerleri karşıladığı, tatmin ettiği ölçüde değerlidir. Bu da kendimi iyi hissettirir, varolmama anlam katar. Onun içindir ki, çevremizle olan bağlarımız koptukça, sosyal ilişkilerimiz belli düzeyin altına düştükçe kendimizi değersiz hissederiz, depresyona gireriz. Kaldı ki, zaman içinde kendimdeki bazı değerlerim, hayat anlayışım, düşünce şeklim, ideolojim değişse (benlik algımdaki değişme) buna karşılık karşımdaki hiç değişmese, aynı kalsa, eskiye göre az da olsa karşımızdakinin değerini yitirdiğini hissederiz. Halbuki değişen o değil, kendimizizdir.

Can Yücel'in aşağıdaki özdeyişi de, değer dediğimiz kavramın, karşımızdakine değil, karşımızdakinin, bizim değer anlayışımızı ne derece karşıladığı üzerine kurgulanmıştır. Özdeyişteki "beklenti" kelimesinden hareketle, değer dediğimiz kavram ile tatmin edilmesi gereken kişi karşımızdaki değil kendimizdir, yani kendimizdeki değer ölçülerinin ALGISI kadar tatmin bekleriz. 

Günümüz değerlerinin başında 'saygı' hiç eksik olmaz iken, kendimiz harici herkesi saygısızlıkla suçladığımız bir toplumda yaşar olduk. Giyim tarzımızın İslam'a uygunsuzluğu,  cenaze töreninde farklı inançlara sahip isen 'el açıp dua etmeme hakkının' asla (!) doğru karşılanmaması, İslam inancını benimseyen insanlara 'ben kalıpların ötesinde yaşıyorum' cümlesini kurduğunuzda dinsiz damgası yemeniz, işte uzayan bu liste 'saygısız' kalıbına girmemiz için en kısa yol ayrımlarından birkaçı. Herkesi bu kıyafete sığdırmıyorum elbette. Günlük hayatımda tanık olduğum rastlantılardan ibarettir sadece.

Niçin emeğinin ekmeği varken, çala çırpa kazançlar saygısızlık olmuyor da sadık olduğumuz tarzımız insanlara 'dedikodu' yapmaları için bahane olabiliyor? 

Niçin doğruluk ve dürüstlük, inancı bütün insanların ağzından düşmezken; mevzubahis 'dinsiz' kelimesine geldiğinde tüm soyut değerler yaşamını yitiriyor, en doğru kendileri oluyor?

Niçin 'dinsiz' insanlar edepsiz, ahlaksız ve inançsız kategorisine yem oluyor?

Niçin Alevi, Sünni, Arap ayrımlarından ötürü ülkemizde bir çok seven 'bizden değil' sebebinden birlikte olamıyor? Bu insan'a saygısızlık değil mi? En beteri değil mi?

Türk toplumunda ki erkek baskındır kalıbı yüzünden kaç kadın dayağa maruz kalıyor, farkında mısınız? Hiç acımasız hayat hikayelerine tanık olup da tüyleriniz ürperdi mi? Gözleriniz doldu mu sinirden?

Müslüman değilsen 'dinine saygısız' oluyorsun da neden; hayvanlara eziyet edince, doğayı vahşice katledince insanlığına laf gelmiyor sevgili vatandaşım (!)

'Niçin?' sorgulamaları uçsuz bucaksızdır bu noktada. Mühim olansa 'ben' takıntısını kavrayabilmektir. Fark ettiyseniz her soru işaretim, içinde korkunç yargılar barındırıyor. Bir yandan da esirlik, kölelik.

Doğruluk ve dürüstlük dinsel bir kavram değildir. Terbiye, ahlah, edep müslümanlığın getirisi asla değildir. Sadece yakıştırılmış kavramlardır.

Fark ettiyseniz 'kavramdır' diyorum. Herhangi bir kalıba mensup olmadan. Zira bunlar yalnızca; insan olabilmenin -tarafsız- temel ilkelerine dahildir.

Cuma namazlarına gitmeyen erkeklerimiz de incelik sahibi olabilir, mini etek giyen kadınlarımız da terbiye ahlakını rahatlıkla takınabililir. Arapça dua etmeden de ruhunu teslim edebilir, namazsız da meditasyon yapabilirsiniz. Sadece sizin tercihinizdir bizim yapmadıklarımız. Bundan ötürü bizi farklılaştırmanız?! Tam da bu noktada, 'saygısızlık' kavramını bir kez daha irdelemenizi öneririm.

Yargılamak çok kolaydır. Bardağın dolu tarafına bakmadan boşluğunu tanrılaştırmak.. Ben 'tamamım' fikrine erişebilmek. Halbu ki insan, ömrü boyunca gelişir, öğrenir, hata yapar, tekrarlar. Daha iyisine ulaşabilmek için azimle çabalar. Ve hiçbir zaman 'ben tamamım' raddesine erişemez. Yalnızca 'ERİŞTİĞİNİ SANIR'. Sanmayın ne olur! Yargılamayın. Sizden farklı düşüncelere sahip diye farklılaştırmayın! Dini, dili, ırkı, cinsiyet tercihi sizinle uyuşmuyor diye onu kötülemeyin. Dünya tüm renkleriyle güzel. Her ışıltısıyla. Siz seçersiniz hangi renklerde aidiyet hissine erişebileceğinize. Siz karar verirsiniz, bir başkaları değil. Siz yaparsınız yanlışı, sonra tekrar siz düzeltirsiniz. Düşünce gücünüz ve varoluşunuz yalnızca sizin bedeninize ait, bir başkasının himayesinde değil!

Aşkım Kapışmak'ın çok sevdiğim bir paylaşımı:
Nasıl tanıyorlar bukadar beni? Islattığım mendillerin sahipleri gibi hepsi.
Ne kolay hakkımda yargıları var herkesin, ben kendimi bilememişken nasıl tarif edebiliyorlar ki beni?
Hiçbiri acıma tanık olmamış, kahkahalarımın nedeni olmamış.
Annemden emdiğim sütün tadını bilmeden nasıl bir yere yerleştirebiliyorlar ki beni?
Kaç çiçeği koparıp pişman olduğumu biliyor musunuz?
Babamdan yediğim tokatın acısını kim tattı?
Hanginiz salondaki halım ile sohbetime tanık oldu?
Dualarımı ettiğim tanrıyı tanıştırmadım ki sizinle.. Ne düşündüğümü seslendirmedim ki.
Kim bilebilir benim bayrak aşkımı.
Dinimide pazara çıkarmadım, Atatürk sevdamı vitrinlere koymadım ki.
Ne olur susun, ne olur gözlerinizi alın üstümden.
Sizlerle sadece güneşim, ayım, yıldızlarım ortak. Ha birde nasılsın sorusuna aynı cevabı veriyorum 'iyiyim'.
Ben sablonlarınızın etiketi değilim, ben masanızda dedikodunuz olmak istemiyorum.
Beni bana bırakın. Bana isim takmayın, kimlik vermeyin, hapsetmeyin kalıplarınıza!
Ben insanım, canlıyım. Nefesim var, nedenlerim var sebeplerim var.
Bana sonuçlarımla koşmayın.
Biraz akıl biraz vicdan biraz da hoşgörü yeter bana.
İzin verin geleyim, izin isteyin getireyim;
Beni, seni bizi, birbirimizi.
Aleyna Duygu Tavşanlı